Reddül Evham Satın Al



Muhammed Doğan (Molla Muhammed el-Kersî)

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin inancı çerçevesinde Müslümânların i‘tikádlarını düzeltmek, gizli bir zındıka komitesinin fâsid te’vîllerine kapılmamalarını ve istikámeti muhâfaza etmelerini te’mîn etmek için Elláh’ın tevfîk ve inâyetiyle ba‘zı Risâle-i Nûr eserlerinin şerh ve îzáhları yapılıyor. Daha önceki beş kitap, tek cilt halinde istifadeye sunuldu.

                                بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

         اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبّ اْلعَالَمينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلىَ سَيّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ الِه وَ صَحْبِه اَجْمَعينَ

Kâinâtı yoktan var eden, mahlûkát içinde insân nev‘íni kendine muhátab kabûl eden, hadsiz ni‘metleriyle bizleri perverde eden nihâyetsiz rahmet ve kerem sáhibi Rabbimize hadsiz hamd ü senâlar olsun. Sebeb-i hılkat-i álem ve eşref-i mahlûkát olan Seyyidimiz, Efendimiz Hazret-i Muhammed (asm)’a ve ondan önce gelip geçen bütün peygamberlere (as) ve cümle âl ve ashâbına salât ü selâm olsun. İslâm da‘vâsına sáhib çıkan ve bu uğurda can ve mallarını çekinmeden fedâ eden mü’min kardeşlerimize selâm olsun. Elláh’ın lütuf ve ihsânıyla vücûda gelmesine vesîle olduğumuz Risâle-i Nûr eserlerinin şerh ve îzáhları hakkında hâsıl olan ba‘zı tereddüd ve evhâmları izâle etmek için bir kaç husúsu beyân etmekte fayda mülâhaza ediyoruz. Ma‘lûm olsun ki; bu şerhleri yapmamızın tek gáyesi, rızá-yi İlâhî’dir. Bunun dışında hîç bir amacımız yoktur. Zîrâ, O’nun rızásı, bizim için her şeyin fevkındedir ve bizler için kâfîdir. Elláh’ın tevfîkıyle bugüne kadar rızá-yi İlâhî háricinde hîç bir şeyi gáye-i maksad yapmadık. Çünkü, edille-i şer‘ıyyeden ayrılmadık. İnşâelláh ömrümüzün sonuna kadar da bu istikrârımızı sürdüreceğiz. Elláh’ın izniyle hîç bir kuvvet ve dünyevî menfaat bizi nifâka, şikáka, hód-fürûşluğa, asabiyyet-i câhiliyye olan menfî milliyyetçiliğe sevk edemez. Tüm İslâm beldelerinde, bâ-husús bu vatanda yaşayan bütün mü’minlerin iktisádî, idârî, askerî ve benzeri diğer sahalarda Elláh’ı râzı edecek şekilde terakkí etmelerini engellemek için gizli bir zındıka komitesi hummâlı bir şekilde faaliyyet göstermektedir. O gizli zındıka komitesinin bu faaliyyetlerine ve her türlü hîle ve tuzaklarına karşı mü’minlerin müteyakkız bulunmaları ve aldanmamaları gerekir. Kökü ecnebî diyârında olan o gizli zındıka komitesinin mü’minler arasında yerleştirdikleri her nev‘í nifâkı yok etmek ve bütün mü’minlerin bi’l-hássa bu vatanda yaşayan halkımızın birlik ve berâberliklerini muhâfaza etmek zarûrîdir. Çünkü, mü’minlerin vahdeti bozulduğu zamân, Elláh’ın rahmet ve inâyeti de tecellî etmez. Böyle sinsi bir plânla bu vatan evlâdlarının arasına yıllar öncesinden ekilmiş olan kin ve nefret tohumlarını, taassub ve tarafgîrlik illetlerini yok etmek îmânımızın gereğidir. Bu vatan evlâdlarını dâhılde isyâna, tarafgîrliğe, taassuba ve cehâlete götürecek her türlü ahvâlden, yılandan akrepten çekindiğimiz gibi çekinmeliyiz. Zîrâ, bu ahvâl, dâhıldeki ittifâk ve âsâyişi zedelemektedir. Dâhıldeki ittifâk ve âsâyişi te’mîn etmek ise mü’minlerin vazífesidir. Bu vazífe de ancak kuvvetli bir îmân ve edille-i şer‘ıyyeye dayalı bir ilim ile îfâ edilebilir. Bugün ise küfür, hayâtın her merhalesine hâkim olmuştur. Ejderhâ gibi mü’minlerin îmânını yutmuştur. Mü’minlerin kitâb ve sünnet etrâfında birleşerek bu ejderhâları yok etmeleri ve mü’minleri kargaşaya sevk edecek her çeşit menfî hareketlerden kaçınmaları dînimizin emridir. Mücâdelemiz, kökü háricde bulunan; fakat dâhılde kümelenmiş ifsâd komiteleriyledir. Çünkü, o ifsâd komiteleri, bu vatan evlâdlarının kimini ırkçılığa, kimini bölgeciliğe, kimini particiliğe, kimini isimden ibâret olan muharref Hıristiyanlık dînine veyâ diğer bâtıl inançlara sevk etmiştir. Kimilerine de “İslâmiyyetsiz bir İslâm”ı, “Risâle-i Nûr’suz bir nûrculuk”u ve “aslından uzaklaşmış bir tarîkat”ı da‘vâ olarak kabûl ettirmiştir. O hâlde, mü’minleri ifsâd edecek her türlü inanç, söz ve hareketlerden uzak durmak ve bu ifsâd komitelerine karşı ilmen mücâdelemizi sürdürmek îmânımızın gereğidir. Şu da bir gerçektir ki; yıllarca küfre karşı bütün mevcûdiyyeti ile mücâhede eden, mü’minler arasında uhuvvet-i İslâmiyyenin inkişâfı için her türlü fedâkârlığı yapan, gizli dîn düşmânları ile mücâdele ederken yıllarca ömrünü çilehánelerde ve hapishánelerde geçiren ve şerîatın bir tek mes’elesi için i‘dâm sehpasına çıkmayı maa’l-iftihár kabûl eden Üstâd Bedîuzzamân (ra) Hazretleri, yine o gizli zındıka komitesinin sinsi çalışmaları netîcesinde halka yanlış takdîm edilmekte, onun eserlerine yanlış ma‘nâlar verilerek tebdîl ve tahrîf edilmekte ve böylece o zâtın da‘vâsı maksadından saptırılmaya çalışılmaktadır. Bu komite, kimi zamân Bedîuzzamân (ra)’ı siyâsetçi, kimi zamân milliyyetçi, kimi zamân ecnebî diyârından gelen kánûnların ve dâhıl-i İslâm’da o kánûnlara revâc verenlerin tarafdârı, kimi zamân demokrat, kimi zamân isimden ibâret olan ve gerçekte dîn ile hîç bir ilgisi bulunmayan Hıristiyanlık dîni yandaşı gibi göstermekte ve ba‘zı Risâle-i Nûr okuyucularını da bu safsataya inandırmaktadır. Bu çalışmalar, daha Bedîuzzamân (ra) hayâttayken başlamıştır. Bi’l-hássa 1946-1960 yılları Türkiye’sinde çok partili sisteme geçildikten sonra bu çalışmalar baş döndürücü bir hız kazanmıştır. Gizli zındıka komitesi, tek partide görünen mutlak istibdâdı gizlemiş ve şekil değiştirmiştir; ya‘nî kurt, koyun postuna bürünmüştür. O gizli ecnebî komite, tek partide alenî hâle gelen dîn düşmânlığını çok partilerde gizlemiş ve daha eşedd bir şekilde Müslümânlara uygulamıştır. Müslümânları açıktan ezip yok etmek yerine, aldatarak; sinsi tuzaklara düşürerek; dîni, dîndâr gibi görünenlerin elleriyle ve bir kısım ulemâ-i sûun fetvâlarıyla tahrîf ederek; münâfıkları dîndâr ve dîndârları da gerici, yobaz veyâ vatan háini olarak bu vatan evlâdlarına kabûl ettirmek yolunu seçmiştir. “On üç asır evvel Şerîat-ı Garrâ teessüs ettiğinden ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek dîn-i İslâm’a büyük bir cinâyettir ve şimâle müteveccih abdestsiz namâz kılmak gibidir, bâtıl olur” diyen Bedîuzzamân Hazretleri, ecnebî diyârından gelen kánûnların ve dâhıl-i İslâm’da o kánûnlara revâc verenlerin tarafdârı olarak takdîm edilmiştir. Yine, “En mukaddes maksadım şerîatın[İslâm Hukúkunun]tamâmını icrâ ve tatbîktir” diyen Bedîuzzamân (ra), halka demokrat ve hattâ laik diye tanıtılmış ve o zât, “eûzü billâhi mine’ş-Şeytáni ve’s-siyâseti” dediği hâlde, hâşâ siyâsete tarafdâr gibi gösterilmiştir. “Eskiler [CHP]onlara muhálif olduğumuz için, yeniler [DP]onları desteklemediğimiz için bizi eziyorlar” dediği hâlde, Bedîuzzamân Hazretleri, Demokrat Parti tarafdârı ve demokrat olarak tanıtılmaktadır. Ne kadar vahîm ve elîm bir durumdur ki; siyâseti hayâtlarının gáyesi edinen kişiler, her devirde Bedîuzzamân’ın eserlerini okuyan ve onlarla îmânını kurtaran binlerce kişiyi Demokrat Parti’ye benzeyen bir takım partilere çektikleri gibi; şu ânda dahi daha sinsi ve daha başka plânlarla mevcûd partilere çekmeye devâm etmektedirler. Maalesef eskide olduğu gibi, bugün de bu tuzağa düşenler mevcûddur. İşte Bedîuzzamân (ra)’ı ve onun Kur’ânî da‘vâsını, belirttiğimiz asılsız iftirâlardan ve dünyâya hâkim olmak isteyen şer güçlerden kurtarmak; onu, asrın müceddidi olarak bildikleri ve eserlerini okudukları ve hattâ bu eserlerin okutulması için kendilerini vakfettikleri hâlde bu nev‘í saplantılar içinde kıvranan bir kısım Risâle-i Nûr okuyucularını uyandırmak; Kur’ân hesâbına nûrculuk da‘vâsında bulundukları hâlde hárice karşı Kur’ân’ın emri olan maddî cihâdı inkâr eden, semâvî dînle hîç bir ilgisi bulunmayan ve ibâhe mesleğinden ibâret olan muharref ve bâtıl Hıristiyanlığı İslâm gibi hak dîn olarak gören, “hóşgörü ve diyalog” adı altında yapılan toplantılarla bu muharref dîn mensûblarının ehl-i necât olduklarını da‘vâ eden, “Muhammedü’r-Resûlulláh” demeseler bile Yahûdî ve Hıristiyanların da Cennet’e gidebileceklerini ve onlara rahmet nazarıyla bakılabileceğini her fırsatta i‘lân eden, yeryüzünde küfre karşı cihâd eden Müslümânları terörist, Müslümânları acımasızca katledip ellerindeki tüm maddî imkânları gasbeden o cânî devletleri ise dîndâr, ádil ve haklı olarak kabûl edip gösteren aklını yitirmiş veyâ uyutulmuş bir kısım Müslümânları uyandırmak her mü’mine, husúsan dînin teblîğiyle mükellef olan her şahsa farzdır. Evet, mü’minleri, bu ifsâd komitelerinden ve o komitelere âlet olanlardan kurtarmak mü’min olmamız hasebiyle vazífemizdir. Tevhîd dîninin yalnız ve yalnız İslâm dîni olduğunu ve kelime-i tevhîdin “Lâ ilâhe illelláh Muhammedü’r-Resûlulláh”dan ibâret olduğunu ve kelime-i tevhîdin ikinci kısmı olan “Muhammedü’r-Resûlulláh”ı kabûl etmemenin veyâ kelime-i tevhîdi, ya‘nî “Lâ ilâhe illelláh Muhammedü’r-Resûlulláh”ı kabûl ettiği hâlde bunu hayâtın her safhasında uygulamaya tarafdâr olmamanın insânı küfre götüreceğini bilmek ve bunu Müslümânlara bildirmek lâzım ve elzemdir. Çünkü, bu mes’ele, doğrudan doğruya îmâna taalluk eden i‘tikádî bir mes’eledir ve bu konudaki yanlış bir inanç, insânı küfre ve irtidâda götürür ve aslâ afva kábil değildir. Bununla berâber, Ehl-i Sünnet inancına göre dâhıl-i İslâm’da eşhásın küfrüne ancak mahkeme-i şer‘ıyyece hükmedilir; mahkeme-i şer‘ıyyenin dışında halkın biribirlerini tekfîr edip bunu karâra bağlamaları câiz değildir. Bu konu hakkında fıkıh kitâblarında şu ifâdeler yer almaktadır: “İctihad imâmları demişler ki: Riddetin isbâtı, iki ádil şâhidin şehâdetiyle ve hâkimin vereceği hükümle gerçekleşir. Hâkim, mürted hakkında vereceği hükümden önce şunu yapar: “Hâkim üzerinde vâcibdir ki, önce onu dîne da‘vet etsin. Bir görüşe göre, bu da‘vet sünnettir. Bu da‘vet karşısında o şahıs, hemen Müslümân olmalıdır. Bir kavle göre ise, mahkeme-i şer‘ıyyece kendisine üç güne kadar mühlet verilir. Eğer o şahıs bâtıl i‘tikádından vaz‘ geçip Müslümân olmazsa, o zamân irtidâdına hükmolunup mahkeme-i şer‘ıyyece öldürülür.” “Gerek Şâfií ve gerek Hanefî fıkıh kitâblarında geçen tekfîr hakkındaki ba‘zı örneklerden dolayı halkın tekfîrine kolayca gidilmemelidir. Çünkü, bu tekfîr olayı tehlikeli bir mes’eledir ve ba‘zan kişi yanlış bir hükümden dolayı Müslümân birini tekfîr etmekle kendisi kâfîr olur.”[1] O hâlde, günümüzde mahkeme-i şer‘ıyye ve şer‘í hâkim olmadığı için bizler keyfemâyeşâ isim belirtip, şahıs ta‘yîn ederek birilerini tekfîr edip küfrüne karâr veremeyiz. Bununla berâber, insânı küfre götürecek inanç, söz ve fiilleri öğrenip öğretmek de vazífemizdir. İşte Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatin inancı çerçevesinde Müslümânların i‘tikádlarını düzeltmek, o gizli zındıka komitesinin fâsid te’vîllerine kapılmamalarını ve istikámeti muhâfaza etmelerini te’mîn etmek için Elláh’ın tevfîk ve inâyetiyle ba‘zı Risâle-i Nûr eserlerinin şerh ve îzáhlarını yapmak zorunda kaldık. Daha önce de belirttiğimiz gibi maksadımız sâdece ve sâdece rızá-yı Hak’dır ve bu hizmetimizle afv-ı İlâhî’yi ümîd etmektir. Yoksa, hâşâ bir parti kurmak, bir partiye yardım etmek, bir örgüt oluşturmak, âsâyişi bozmak, bu vatan evlâdları arasında ırkçılığı körüklemek, kin ve nefreti yaymak, vatandaşları isyâna sevk etmek, Risâle-i Nûr’u tahrîf etmek, şerhleri onların yerine ikáme etmek değildir. Bu husúsun böyle bilinmesini dîn kardeşlerimizden taleb eder, tevfîk ve hidâyeti Yüce Elláh’dan niyâz ederiz.[1] Kitâbü’l-Fıkh Ale’l-Mezâhibi’l-Erbaa, c. 5, s. 343; Tuhfetü’l-Muhtâc, c. 9, s. 88

680 sayfa, şamua kâğıt, 17 x 24 cm ebadında, lüks bez cilt. (Semendel Yayınları Yayınları)