Arabî İşârâtü’l-İ‘câz Meâl ve Şerhi 1

Arabî İşârâtü’l-İ‘câz Meâl ve Şerhi 1

 



 
Bediüzzaman Said Nursî / Molla Muhammed el-Kersî

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin, Birinci Dünya Harbi'nin ilk yıllarında, Doğu Anadolu'daki cephe hattında muharebeye bizzat iştirak ederken Arapça olarak telif ettiği “İşârâtü’l-İ’câz” adlı eseri, Molla Muhammed el-Kersî tarafından orijinal nüshası esas alınarak tercüme ve şerh edildi. Eserin ilk cildinde, Bediüzzaman Hazretlerinin beyanlarına dayanılarak neden yeni bir tercüme ve şerh yapıldığı anlatılıyor.

“Eserimi, hakíkí bir tefsîr niyyetiyle yapmadım; ancak ulemâ-i İslâm’dan ehl-i tahkíkın takdîrlerine mazhar olduğu takdîrde, uzak bir istikbâlde yapılacak yüksek bir tefsîre bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamânların insânlarına bir yâdigâr maksadıyla yaptım.” diyen Bediüzzaman, eserin "umûm Risâle-i Nûr’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nûr bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’câzi’l-Kur’ân’ın bir menbaı olduğu"nu da belirtiyor.

Dakík nükteleri ve ince ma’nâları ihtivâ eden bu mübârek tefsîr, müellifinin her ân şehîd olmayı beklemesi gibi bir hâlet-i rûhiyye içinde kaleme alındığı için, İslâm tarihinde bu ma’nâda böyle bir tefsîrin eşi ve benzerine rastlanmıyor.

Besmelede ve Fatiha Suresinde zikredilen Allah, Rahmân ve Rahîm isimlerinin ifade ettiği manaların zenginliğine yer verilen birinci ciltte, âlemlerin Rabb’ine hamd ve ibadetin nasıl olması gerektiği, haşre işaret eden “din günü”ne itikadın önemi, “sırât-ı müstakím”in neleri ihtiva ettiği, kendilerine nimet verilenler ile Allah’ın gadabına uğrayanlar ve dalâlete düşenlerin kimler olduğu gibi konular işleniyor.?

KEŞFÜ’L-ENVÂR KÜLLİYÂTI’NDAN

ARABÎ İŞÂRÂTÜ’L-İ’CÂZ ŞERHİ (1)

 

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

وَبِهِ نَسْتَع۪ينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰ لِهِ وَاَصْحَابِهِ اَجْمَع۪ينَ

TAKDÎM

Evvela: “Arabî İşârâtü’l-İ’caz” tefsîr-i âlîsinin meâl ve şerhine bizi muvaffak kılan Rabb-i Rahîm’imize hadsiz hamd ü senâlar olsun. Üstad-ı Mutlak, Muktedâ-i Küll, Rehber-i Ekmel olan Resûl-i Ekrem (asm)’a ve O’nun âl ve ashâbına nihâyetsiz salât u selâm olsun.

Sâniyen: Müellif-i Muhterem (ra), ileride Arabî İşârâtü’l-İ’caz adlı tefsîrin tercüme ve îzâh edileceğini gelecek cümlelerinde tebşîr etmiştir. Bu eserimizin o tebşîrin bir ferdi, bir nümûnesi ve bir mâsadakı olmasını, rahmet-i İlahiyeden ümid ederiz. Müellif (ra), şöyle buyuruyor:

“Bu İşârâtü’l-İ’caz’ı, bir defa daha aynı tarzda ve kerametli bir şekilde tab’ etmek ve Arabistan, Pakistan gibi yerlere gitmek münasib görüldü. Fakat Eski Said’in, îcazdaki i’câzı beyân ettiği en ince münâsebât-ı belağatı beyanı içinde, gâyet ince ve kısa i’cazlı cümleleri bir derece îzâh veya Türkçe tercüme etmek lazım geliyor. Eski kuvvet ve iktidarım kalmadığı için yalnız kendi başıma yapamayacağım. İnşâellah yakın bir zamanda, Arabî bilen Nur kahramanlarından üç-dört talebe, eski zamandaki Said’in talebeleri gibi yanıma gelip, eski medresede gibi bir ders verip, onlar da o ders içinde kısmen tercüme, kısmen îzâh suretinde yazılmasını rahmet ve tevfîk-i İlahi’den niyaz ediyoruz. Arabî’sini İstanbul tab’ edecek ve yazacağımız tercüme ve îzâhı, Medresetü’z-Zehra erkânları yazacaklar, inşâellah.”[1]

Sâlisen: Neşrine çalıştığımız bu eser, Risâle-i Nur Külliyâtı’ndan olan Arabî İşârâtü’l-İ’caz adlı tefsîr-i Kur’anî’nin meâli ve asrımızda ilk defa yapılan şerhidir. Bu meâl ve şerh, asrımızın en mühim ulemâsından ve Kur’an’ın ve Risâle-i Nur’un en ehemmiyetli ve ehliyetli şakirdlerinden olan Molla Muhammed el-Kersî Hoca’mızın riyâsetinde bir hey’et-i ilmiye tarafından kaleme alınmıştır.

Şimdi bu tefsîr-i âlînin meâli ve şerhi hakkında birkaç noktayı beyân edeceğiz.

Birinci Nokta: Bu İşârâtü’l-İ’caz tefsîr-i âlîsinin yüksek kıymet ve ehemmiyetinin anlaşılması için, bu eser hakkında bizzat Müellif-i Muhterem (ra)’ın ve bazı talebelerinin beyânâtlarını; keza ehemmiyetli ulemânın bazı takrîzlerini nümune olarak zikredeceğiz. Şöyle ki:

İşârâtü’l-İ’caz tefsîrinin te’lîf edildiği zamana ve mekâna ve Müellif (ra)’ın o andaki hâlet-i ruhîyesine bakıldığı cihetle bu mübârek tefsîr, İslâm Tarihi’nde benzeri olmayan bir tefsîr-i Kur’anî’dir. Müellif (ra), bu eserin te’lîf edildiği zamanı ve o andaki hâlet-i rûhîyesini şöyle anlatıyor:

“İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri; eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde, cephe-i harbde, me’hazsiz ve kitab mevcud olmadığı halde te’lîf edilmiştir.”[2]

“Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur'an’da îcazlı olan i'cazı beyân ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsîrdeki tedkikat-ı ilmiyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehîd olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyet ile ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için hiçbirini cerhedemedim. Belki Cenab-ı Hak, bu eseri ona bir keffaret-i zünub yapacak ve bu tefsîri tam anlayacak adamları da yetiştirecek inşâallah.”[3]

Evet, Müellif-i Muhterem (ra), bu kadar dakîk nükteleri ve ince manaları ihtivâ eden bu mübârek tefsîrini, her an şehîd olmayı beklediği bir zamanda ve böyle bir hâlet-i rûhîye içinde kaleme aldığı için, bu manada bu tefsîrin eşi ve benzeri yoktur, denilebilir.

Keza Müellif (ra) Hazretleri, bu eserle alâkalı bazı mühim esasları beyân etmiş; o esaslar, Türkçe İşârâtü’l-İ’caz kitabının mukaddimesine dercedilmiştir. Biz de o beyânâtlardan bazı ifadeleri, bu takdîmimizde aynen nakledeceğiz. Şöyle ki:

“İ’caz vücûhundan olan i’caz-ı nazmîyi beyân ettiği gibi, ….”[4]

Müellif (ra)’ın bu ifadesi gösterir ki; İşârâtü’l-İ’caz, Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyân’ın nazmı (dizilişi) i’tibariyle olan i’cazını tefsîr etmektedir. Yani, sûrelerin, âyetlerin, cümlelerin ve cümlelerdeki kelimelerin ve hey’etlerin birbiriyle olan vech-i münâsebetlerini, cihet-i irtibatlarını hârika bir tarzda beyân etmiştir.

“Belki inşâallah, şu cüz'-i tefsîr ve altmış altı aded, belki yüz otuz aded "Sözler" ve "Mektubat" Risaleleriyle beraber me'haz olursa, ileride bahtiyar bir hey’et, öyle bir tefsîr-i Kur'anî yazsın, inşâallah…”[5]

Müellif (ra), bu cümlesi ile de ileride bahtiyar ve mütehassıs bir hey’et-i ulemânın, Risâle-i Nur’u, bahusus İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’ni me’haz alarak parlak ve câmi’ bir tefsîr-i Kur’anî yazacağını müjde suretinde bildirmiştir.

Demek İşârâtü’l-İ’caz, ileride yazılacak olan tefsîrin bir nümûnesini teşkîl etmektedir.

Müellif (ra), bu eser hakkında şöyle buyuruyor:

“Evvelâ: Şu İşârâtü’l-İ’caz adlı eserden maksadımız; Kur'an’ın nazmına, lafzına ve ibaresine aid î’caz işâretlerini ve remizlerini beyân etmektir. Çünki i'cazın mühim bir vechi, nazmından tecelli eder. Ve en parlak i'caz, Kur'an’ın nazmındaki nakışlardan ibarettir.”[6]

“Birinci Nokta: Kur'an’ın nazmında bir cezalet-i hârika var. O nazımdaki cezalet ve metaneti, "İşârâtü’l-İ’caz" baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizamını tekmil eden ne ise, Kur'an-ı Hakîm'in her bir cümledeki, hey'atındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münasebatındaki intizamı öyle bir tarzda İşârâtü’l-İ’caz’da âhirine kadar beyân edilmiştir. Kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezalet-i hârikayı bu surette görebilir. Yalnız bir-iki misal, bir cümlenin hey'atındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.”[7]

“Meselâ: الٓمٓ ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَۚۛ ف۪يهِۚۛ هُدًى لِلْمُتَّق۪ينَ Şu dört cümlenin her birisinin iki manası var. Bir mana ile öteki cümlelere delîldir. Diğer mana ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'cazî hâsıl olur. İşârâtü’l-İ'caz’da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'cazî teşkil eder. On Üçüncü Söz'de beyân edildiği gibi, güya ekser âyât-ı Kur'aniyenin her birisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki; onlara münasebatın hutut-u maneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'cazî nescediyor. İşte İşârâtü’l-İ’caz, baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi şerhetmiştir.”[8]

“İşârâtü’l-İ’caz'ın birinci cüz'ü ki; tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risale-i Nur, manevî bir tefsîr-i Kur'anî olduğu için dedi: Bu zamanda bana daha lüzum var. Öteki cüz'ler yerinde onlar yazıldı. Evet, İşârâtü’l-İ’caz, umum Risale-i Nur'un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i'cazı’l-Kur’an’ın bir menbaı olduğu görünüyor. Gâyet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler, pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise, fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş. Dehşetli eski harb içinde, avcı hattında bazan da at üzerinde îcazdaki i'cazın en ince münasebatını görmek ve onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğukta avcı hattında o incecik i'caz münasebetlerini her şeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said'in hakikaten hizmet-i Kur'aniyede hârika bir fedakârlığıdır. Hattâ Yeni Said'in otuz beş senede bu acîb zamanda gazeteleri okumamak ve on sene İkinci Harbi bilmemek, sormamak ve i'dam niyetiyle hapisliğinde, Kur'an esrarını yazmaktan vazgeçmemek ve bütün tehlikeleri hiçe saymaya nisbeten Eski Said'in o acib vaziyetinde o dehşetlere ehemmiyet vermeden İşârâtü’l-İ’caz nüktelerini yazdığı zaman gösterdiği ilmî ve manevî fedakârlığını Yeni Said'in bu otuz senedeki fedakârlığından daha hârika görüyoruz.”[9]

“Birincisi: اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesi ifade eder ki: "Kitab-ı Mübîn vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillah Kur'an’dan gelen bir nura çıkarlar." Bu meâl ve hususan nur lafzı, Resâili’n-Nur'a mutabık olduğu gibi; makam-ı cifrîsi şeddeli " ن", iki " ن" olmak üzere bin üç yüz otuz sekiz veya dokuz (1338-1339) ederek Harb-i Umûmî zulümatında te’lîf edilen Resail-in Nur'un fatihası olan İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri, o zulmetler içindeki zuhuru tarihine tam tamına tevafuku ve âyetteki Nur kelimesi Risale-i Nur'daki Nur lafzına îma ile bakıyor.”[10]

Fetvâ emîni Ali Rıza Efendi’nin İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri hakkındaki takrîzi:

“Hem İstanbul'da Fetva Emîni Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsîri mütalaa ile yanına gelen dostlarına müteaddid defalar: "Bu İşârâtü’l-İ’caz, bin tefsîr kuvvetinde ve kıymetindedir!" diye yemin ederek ilân ediyordu. Şark uleması, Şam ve Bağdad'da büyük âlimler: " İşârâtü’l-İ’caz, gâyet hârika ve emsalsiz bir tefsîrdir." diye istihsan etmişlerdir.”[11]

Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin bazı talebelerinin İşârâtü’l-İ’caz hakkındaki beyânâtı;

“İşârâtü’l-İ’caz'ın hârikalarından birisi de budur ki: Her bir âyetin sair âyetlere münasebatını ve her âyetteki cümlelerinin birbirine karşı nisbetini ve nizamını ve her cümledeki heyetlerin ve harflerin mana-yı maksûda karşı nisbetlerini ve teveccühlerini gösterip âyetlerin intizamından ve cümlelerin nizamından ve her cümlenin hey’etinin nazmından bir lem'a-i i'caz göstermesidir. Âdeta bir saatin sâniyeleri sayan mili ve dakikaları sayan yelkovanı ve saatleri sayan ibresi gibi o nazımdaki nükteleri beyân ve ondaki hakikatı bürhanlarla îzâh, hattâ bazan bir tek harfte büyük bir hakikatı ifade etmesidir. Ve her bir âyetin hakikatini gâyet i'caz ile ve kat'î hüccetlerle isbat ediyor ki; şimdi yüz otuz risalenin çekirdekleri ve hülâsaları hükmündedirler. Ve cümlenin ve cümledeki hey’etlerin ve harflerin nüktelerini ve ifade ettikleri zımnî hükümlerini bilâ-istisna ilm-i belâgatın ince kaideleri ile ve ilm-i nahvin ve sarfın kaideleriyle ve ilm-i mantığın ve usûl-i din ve sair ilimlerin kanunlarıyla beyân eder. Hattâ hurdebînî bir manevî âletle, görünmeyen incecik münasebat-ı belâgatı beyân ediyor ve emarelerini gösteriyor. Ve Kur’an’ın nazarı küllî olmasından bütün beyân edilen hak manalara ve nüktelere, elbette kudsî elfaz-ı Kur'aniye zımnî, remzî işâret ve delalet eder denilebilir.

(Hüsrev, Sungur, Hayri, Sadık, Sabri, Sıddık Süleyman) ”[12]

İkinci Nokta: Aslı Arapça olan İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri, daha önce Müellif’in kardeşi Molla Abdulmecîd Efendi tarafından Türkçe’ye terceme edilmiştir. Peki, neden tekrar baştan sona kadar bu eserin hem meâline, hem de şerh ve îzâhına ihtiyaç hâsıl oldu? Bu husus, mühim birkaç esasa müsteniddir.

Birinci Esas: Müellif (ra), bu eserin tercemesi hakkında diyor ki: “Türkçe’ye tercümesi, Arapça’daki cezalet, belâgat ve hârika kıymetini muhafaza edememiş. Bazan da muhtasar gitmiş. İnşâallah Arabî Tefsîr, bu tercümenin âhirinde bir mâni' olmazsa neşredilecek, tercümedeki noksanlarını izâle edecek.”[13]

Müellif (ra) Hazretleri’nin bu cümlelerinde birkaç mühim noktaya dikkat çekilmiştir:

Birincisi: Türkçe terceme, Arapça’daki cezâlet, belâğat ve hârika kıymetini tam muhafaza edememiştir.

İkincisi: Mütercim, muhtasar gitmiş; bazı yerleri terceme etmemiş veya mücmel bırakarak îzâh etmemiştir.

Üçüncüsü: Müellif (ra), Arabî Tefsîr’in, tercümenin âhirinde neşredilmesini arzu etmiştir. Tâ ki, aslına bakılarak tercemedeki noksanlıklar telâfi edilsin.

İşte bu mübârek eserin meâlini vermek ve şerh ve îzâhını yapmak suretiyle, tercemeden kaynaklanan eksik ve noksanları telâfi etmek; eserin tam olarak muhtevâsını muhâfaza altına almak, bu eseri kaleme almamızın maksadlarından birisidir.

Evet, bu eserin meâlini verirken ve şerh ederken, şu esaslara riâyet ettik:

1. Baştan sona kadar, hiçbir cümle, hiçbir kelime eksik kalmamak üzere Arabî İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’ne meâl verildi.

2. Eserde bazı mücmel ve muğlâk olan metinleri, biraz açarak o metne meâl verdik. Fakat bunu, aslını aynen muhâfaza etmek, Müellif’in murad ve merâmına riâyet etmek suretiyle metinlerin meâl-i icmâlîsiyle ifade ettik.

3. Eserin meâlini verirken ve şerhini yaparken, şöyle bir metod takib ettik:

Evvela; Arapça metin, orijinal hâliyle sahife başında verilmiştir.

Saniyen; o metnin meâl-i icmâlisi, hemen altında verilmiştir.

Salisen; o metne aid hem bazı kelimelerin lügavî ve ıstılahî manaları, hem bazı ifadelerin tahlîlleri, hem de şerh ve îzâhları, hemen o meâl-i icmâlîsi altında yazılmıştır. Tâ ki, kâri’ (okuyucu), metnin aslı ile bütün bu şerh ve îzâha aid kısımları beraber görüp karşılaştırma imkânına sahib olsun.

4. Şerh ve îzâh yaparken, Müellif-i Muhterem’in diğer eserlerinden istifade ettik ve bu kısımları, aynen naklettik.

5. Bu meâl, şerh ve îzâh çalışmamız, Kur’an-ı Azimuşşan’ın tefsîrine aid olduğundan, elbette bu hususta lüzûmlu olan ulûm-u Arabiye’den; Sarf ve Nahv kâidelerinden; Belâğât ve Fesâhât ilminden; Beyân, Bedi’ ve Meânî ilimlerinden; Mantık ilminden; Usûlu’d-Dîn ve Akâid ilimlerinden; Usûlü’l-Fıkıh ve Usûlü’t-Tefsîr ilimlerinden; ehâdis-i Nebeviye ve Fıkıh kitablarından ve hâkeza gerekli olan bütün ulûm-u İslâmiye’den istifade ettik. Böylece Arabî İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri, Ellah’ın inâyeti, Kur’an’ın feyzi ve Üstad’ımızın himmetiyle inceden inceye tedkîk edilerek bu eserin meâli, şerh ve îzâhı yapılmıştır.

Rahmet-i İlahiyeden ümid ederiz ki; bu meâl, şerh ve îzâh, Üstad’ımızın aşağıdaki cümlesine mâsadak olsun, inşâallah!

“Belki Cenab-ı Hak, bu eseri, O’na keffaret-i zünub yapacak ve bu tefsîri de tam anlayacak adamları yetiştirecek, inşâallah...”[14]

6. Bu eserimizde metnin aslı muhâfaza edilmiş; asla bağlı kalınmış; müşkil, muğlak ve îzâha muhtaç olan cümleler ve hey’etler, şerh ve îzâh edilmiştir. Evet, bu şah-eserde hakîkaten mevcûd olan gâyet ince ve dakîk belâğât nükteleri, yine gâyet ince ve dakîk bir surette şerh ve îzâh edilerek vüzûha kavuşturulmuştur. Müellif (ra), bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Eski Saîd, en dakîk ve en ince olan nazm-ı Kur'an’daki îcazlı olan i'cazı beyân ettiği için, kısa ve ince düşmüştür.”[15]

Bu tefsîr-i âlînin ve âcizâne yaptığımız şu meâl, şerh ve îzâhların anlaşılmasını, kalblerde te’sîrinin halk edilmesini, Alîm-i Mutlak ve Feyyâz-ı Mutlak olan Cenab-ı Hak’tan dua ve niyaz ederiz.

İkinci Esas: Bizi, bu meâl, şerh ve îzâha sevk eden bir sebeb de Üstad Bediüzzaman (ra) Hazretleri’nin İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri hakkında söylediği şu sözleridir:

“Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir” kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber; Kur’an’ın bazı hakikatlarıyla, nazmındaki i'cazına dair bazı işâretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umumî'nin patlamasıyla Erzurum'un Pasinler'in dağ ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat buldukça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o dehşetli ve muhtelif hallerde yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsîrlerin, kitabların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım, yalnız sünûhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı… ilh.” [16]

“Maahâza kaleme aldığım şu İşaratü’l-İ'caz adlı eserimi, hakikî bir tefsîr niyetiyle yapmadım; ancak ulema-i İslâm’dan ehl-i tahkîkin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsîre bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yâdigâr maksadıyla yaptım.”[17]

Müellif (ra) Hazretleri’nin yukarıdaki ifadelerinden de anlaşılacağı gibi; bu tefsîr-i âlî, çok ince, çok dakîk esrâr-ı belâğatı ve hakâik-i Kur’aniyeyi hâvî olmakla beraber, Müellif’in harb cebhesinde olması; yanında hiçbir tefsîr ve kitabın bulunmaması ve her an şehîd olmayı beklemesi; böyle bir hâlet-i rûhiye içinde bulunduğu bir zaman ve zeminde olması hasebiyle Müellif, fazla tafsîlat verememiş; dolayısıyla bu tefsîr, mücmel kalmıştır.

Hem Müellif (ra)’ın, “Yalnız sünûhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı.” ifadesi gösterir ki; bu mübârek tefsîrdeki i’caz ve nüket-i Kur’aniyenin daha iyi anlaşılabilmesi için, sâir tefsîrlere müracaat etmek ve bazı mesâilini, şerh ve îzâh etmek ihtiyacı hâsıl olmuştur.

Hem “Uzak bir istikbâlde yapılacak yüksek bir tefsîre bir örnek ve me’haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yâdigâr maksadıyla yaptım.” cümlesinde geçen “uzak bir istikbâlde yapılacak…” ifadesi, Kur’an şakirdlerine bir müjde olup, o müjdenin zaman ve zemininin geldiği kanaatindeyiz. Zira bu tefsîrin te’lîfinden şu ana kadar, tam yüz seneden fazla bir zaman geçmiştir. Elbette bu zaman, uzak bir istikbâl sayılır.

İşte İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri ve O’na yapılan şerh ve îzâhlar, inşâellah, yakın bir zamanda ehliyetli, muhakkik ve mütehassıs bir ulemâ hey’eti tarafından, Kur’an’ın baştan sonuna kadar yapılacak olan parlak ve câmi’ bir tefsîrine me’haz ve örnek teşkil edecektir.

Üçüncü Esas: Bu esasda meâl, şerh ve îzâh çalışmamıza en mühim bir sebeb teşkîl eden hususları beyân edeceğiz. Şöyle ki:

Bu İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’nin Türkçe tercemesinde, eksik ve noksan bırakılan ve hiç terceme yapılmayan bazı yerler mevcuddur. Bazı yerlerinde de metin terceme edildiği halde, ya mütercimin dikkatinden kaçmış; ya da sonradan başka bir el tarafından değiştirilmiş olma ihtimalinden dolayı metne, yanlış mana verilmiştir.

Evet, Molla Abdulmecîd Efendi’nin tercemesinde;

1. Bazen bir cümle veya cümleler, bazen bir paragraf, hatta bazen birkaç sayfa hiç terceme edilmemiştir.

2. Yapılan bazı tercemeler, Arabî aslına uygun tam terceme edilmemiş, eksik bırakılmıştır.

3. Bazı kelimeler ve cümleler, sanki husûsi kaldırılmış ya da İslâm’ın inancına ve Şerîat-ı Garrâ’nın düstûrlarına ters düşecek şekilde terceme edilmiştir.

Bununla beraber belâğat ilminde gâyet mudakkik bir âlim olan Molla Abdulmecîd Efendi’nin Türkçe tercemesi, o zaman ve zemine göre, elbette gâyet güzel ve yüksek ve belîğ bir terceme olmuştur. Bu eksik ve noksan bırakılan yerler; Arabî aslına uygun olmayan kısımlar ve İslam inancına muhalif olan bazı cümlelere gelince; ya zaman ve zemin müsaid olmadığı için mütercimin, tashîhe vakit bulamadığından; ya dikkatinden kaçmış olmasından; ya sonradan başka bir el tarafından değiştirilmiş olma ihtimalinden ya da başka bir sebebten dolayı meydana gelmiştir.

Şu noktayı esefle ifade ediyoruz ki; Kur’an’ın yedi vech-i i’cazından biri olan nazm-ı cezâletini beyân eden ve O’nun gâyet ince belâğat nüktelerini tefsîr eden “Arabî İşârâtü’l-İ’caz” adlı âlî ve kıymetdar bu eser, te’lîfinden bugüne kadar yüz sene aradan geçtiği halde, ele alınmamış; üzerinde durulmamış; lâyık-ı vechiyle anlaşılmamıştır. İşte bu noktaya binâen tevfîk-i İlâhînin refîk olmasıyla, bu meâl, şerh ve îzâhımızla bu eseri yeniden baştan sona kadar inceden inceye tahkîk ve tedkîk ettik. Eksik ve noksan bırakılan metinlere meâl verildi. Yanlış mana verilen cümleler, tashîh edildi. Çıkarılan kısımların cümlesi ise, neşredildi. Kur’an’a aid bu gâyet ehemmiyetli işi, kendimize bir vazîfe addettik.

Bu eserimizin, layık-ı vechiyle okunmasını; aslına ve murâd-ı Müellif’e muvâfık bir şekilde anlaşılmasını; layık olduğu makama gelmesini; gelecekte yazılması tebşîr edilen tefsîr-i Kur’anî’ye tam ve câmi’ bir me’haz ve nümûne teşkîl etmesini; hakîkî manada istifadeye medâr olmasını, rahmet-i Rahman’dan mütezellilâne ve tazarrukârâne niyaz ediyoruz.

Şimdi Arabî İşârâtü’l-İ’câz’ın aslından ve Molla Abdulmecîd Efendi tarafından yapılan Türkçe tercemesinden alıntı yapmak suretiyle eksik ve noksan kalan veya yanlış mana verilen yerlerden birkaç misâl zikretmekle doğru olan şeklini göstereceğiz. Tâ ki haksız yapılan itiraz ve hücumlara cevab teşkil etsin; ehl-i tahkîk ve tedkîk nazarında hakîkat ortaya çıksın; gâyet kıymetdar olan bu eserin makbûliyetine bir halel gelmesin; eserin yeni meâline ve şerh ve îzâhımıza ne kadar ihtiyaç olduğu ortaya çıksın.

Birinci Kısım: Tercemesi hiç yapılmayan metinlerden birkaç misal vereceğiz:

Birinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’nde, sayfa 33’te şu ibare mevcuddur:

فالاطراف الستة ظلمٌ والاوساط الثلاثة هي العدل الذي هو الصراط المستقيم، اي العملُ بـ (فَاسْتَقِمْ كَما اُمِرْتَ)[18] ومَن مرَّ على هذا الصراط يمر على الصراط الممتد على النار.

Mütercim Molla Abdulmecîd (rh), yukarıdaki metnin yalnız birinci satırını, yani

فالاطراف الستة ظلمٌ والاوساط الثلاثة هي العدل الذي هو الصراط المستقيم،

terceme edip bırakmış; ikinci satırı, yani,

 

اي العملُ بـ (فَاسْتَقِمْ كَما اُمِرْتَ)[19] ومَن مرَّ على هذا الصراط يمر على الصراط الممتد على النار.

hiç terceme etmemiştir. Şöyle ki; aynı yerin Türkçe tercemesinde şöyle diyor:

“Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı, zulümdür. Üçü, adl ve adâlettir. Sırat-ı müstakîmden murad, şu üç mertebedir.” deyip bitirmiştir.

Hâlbuki Arabî aslında bu metnin devamı vardır ve meâli şöyledir: “Yani, sırat-ı müstakîmden murad, فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ[20] âyet-i kerîmesiyle amel etmektir. Evet, her kim, bu dünyada şu sırat-ı müstakîmde yürürse; bu tarîk-ı hakta sebat gösterirse; ahirette, haşir meydanında Cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsünden de selâmetle geçer.”

İkinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 34’te şu ibare mevcuddur:

وفي لفظ "الذين"- بناء على انه موصول، ومن شأن الموصول ان يكون معهوداً …الخ …

اذ (يَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ)[21]..

Mütercim (rh), bu cümleyi, hadîs-i şerîfe kadar terceme etmiş; fakat metnin devamında geçen اذ (يَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ) “Zira “Ellah’ın kudret ve inâyeti, cemâatle beraberdir.’” hadîs-i şerîfi terceme etmediği gibi; kitabına da almamıştır.

Üçüncü Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 114’te geçen “temsîlin yerleri ve te’sîri” hakkında olan ve فصل في مواقع التمثيل وتأثيره ile başlayan başlıktan itibaren tam on iki sayfa hiç terceme edilmemiştir.

Ve hâkeza daha çok misaller vardır ki; Arabî aslında mevcud olduğu halde, o metinler, Türkçe’ye terceme edilmemiştir.

İşte Arabî İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’nin bu yeni meâl ve şerhini ihtiva eden bu eserimize dikkat edildiği zaman bütün bunlar görülecektir.

İkinci Kısım: Bazı cümleler ve kelimeler, aslına uygun tam terceme edilmemiş, eksik bırakılmıştır. Bu hususta iki misal zikredeceğiz:

Birinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 30’da şöyle bir ibâre geçmektedir:

والتكلم مع الغير في (نعبد) لوجوه ثلاثة:

أي نعبد نحن معاشر أعضاء وذرّات هذا العالم الصغير - وهو أنا - بالشكر العرفي الذي هو إطاعة كلٍ لما أُمر به.. ونحن معاشر الموحّدين نعبدك باطاعة شريعتك..

Mütercim, bu metni şöyle terceme etmiştir:

“Cem’ siğasıyla zikredilen نعبد daki zamir, üç taifeye işârettir. Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün a’za ve zerrata râci’dir ki; bu itibarla şükr-ü örfîyi edâ etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhîdin cemaatlerine aiddir. Bu cihetle şerîata itaat etmiş olur…” ilh.

Hâlbuki yukarıda geçen metnin, Arabî aslına uygun meâli şöyledir:

“Biz, âlem-i sağîr denilen ve أنا den ibaret olan insanın, bütün a’za ve zerrâtı olarak hepimiz, şükr-ü örfî ile sana ibadet ediyoruz ki; o şükr-ü örfî de her bir a’zanın, kendine emredilen ile amel etmesidir.

Ve keza biz, bütün muvahhidîn cemaatı olarak hepimiz, senin gönderdiğin teklîfî kanunların olan Şerîat-ı Garrâ’ya itaat etmek suretiyle sana ubûdiyetimizi takdîm ediyoruz…”

İkinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 31’de şöyle geçmektedir:

واعلم! ان "اهدنا" بسبب تعدد مراتب معانيه - بناء على تنوّع مفعوله الى الهادين والمستهدين والمستزيدين وغيرهم - كأنه مشتق من المصادر الاربعة لفعل الهداية.

Mütercim, bu kısmın Türkçe tercemesini şöyle yapmıştır: اهدنا ile istenilen şeylerin ayrı ayrı ve müteaddid olması, اهدنا manasının da ayrı ayrı ve müteaddid olmasını îcab eder. Sanki اهدنا , dört masdardan müştaktır. ilh…”

Mezkûr metnin tam meâli ise şöyledir:

“Bil ki! اهدنا kelimesinin mef’ûlünün tenevvüüne binâen, yani “hâdîn”, “müstehdîn” “müstezîdîn” ve bunlardan başka ayrı ayrı mef’ûlünün bulunmasına mebnî olarak, bu kelimenin manalarının mertebeleri de taaddüd etmiş, ayrı ayrı manalara gelmiştir. Sanki bu اهدنا kelimesi, “hidâyet” fiilinin dört ayrı masdarından müştak olmuştur…”

Mezkûr iki misal ile iktifa ettiğimiz bu gibi yerler, pek çoktur. Yaptığımız yeni meâle dikkat edilip diğer tercümeyle karşılaştırıldığı zaman, bunun çok misalleri görülecektir.

Üçüncü Kısım ise: Zâhiren İslâm inancına uymayan, Şerîat’a muhalif düşen bazı tabirler ve tercemelerdir. Bu kısım azdır; mahdûd birkaç yerde mevcuddur.

Birinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 36’da geçen;

أمّا (ولا الضَّالين) فالمراد منه: الذين ضلوا عن الطريق بسبب غلبة الوهم والهوى على العقل والوجدان ووقعوا في النفاق بالاعتقاد الباطل كسفسطة النصارى. …الخ

Bu cümlenin Türkçe tercemesinde şöyle denilmiştir:

“Üçüncü fırka ise, vehim ve hevâ-ı nefsin akıl ve vicdanlarına galebesiyle, bâtıl bir i’tikâda tâbi’ olarak nifaka düşen “bir kısım” Nasârâ’dır.”[22]

İşte burada, كسفسطة النصارى tabiri, yani “Nasrânîlerin, Hıristiyanların safsatası, bâtıl i’tikadı gibi” şeklinde terceme edilmesi lâzım iken, Arapça’sında mevcud olmayan ve Usûlu’d-Dîn’e muhalif olan “bir kısım Nasârâ’dır” diye terceme edilmiştir. Hâlbuki “İmana gelmeyen, İslâmiyet’i kabul etmeyen bütün Hıristiyanlar, ehl-i safsatadır. Bir kısmı, bundan müstesnâ değildir.”

Not: İşârâtü’l-İ’câz Tefsîri’nin Osmanlıca asıl nüshasında da böyle bir tahrîf yoktur. Yani “bir kısım” ifadesi mevcûd değildir.

İkinci Misal: Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 67’de şöyle bir ifade mevcuddur:

واما تقديم (بالاخرة) ففيه حصر، وفي الحصر تعريض بأن أهل الكتاب بناء على قولهم (وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ اِلَّٓا اَيَّامًا مَعْدُودَةً)[23] ونفيهم اللذائذ الجسمانية، آخرتهم آخرة مجازية اسمية، ماهي بحقيقة الآخرة.

Bu metnin tercemesinde şöyle denilmiştir: “Takdimiyle hasrı ifade eden بالاخرة kelimesi, bazı ehl-i kitabın iman ettikleri âhiret, hakîkî bir âhiret olmadığına ta’rizdir.”[24]

Burada Arabça aslında ifade, “بأن أهل الكتاب” “Zira ehl-i kitab” şeklinde olduğu halde, tercemede ise “bazı ehl-i kitabın” diye tabir edilmiştir.

Not: İşârâtü’l-İ’câz Tefsîri’nin Osmanlıca asıl nüshasında da böyle bir tahrîf yoktur. Yani “bazı” ifadesi mevcûd değildir.

Üçüncü Misal: Bu misal, ya Mütercim’in sehvi olmuş ya da husûsî olarak bir el bunu çıkarmıştır. İşte Müellif (ra), Arabî İşârâtü’l-İ’caz sayfa 67’de şöyle diyor:

واما (هم) ففيه حصر وفي الحصر تعريض بأن إيمان من لم يؤمن بمحمد عليه الصلاة والسلام من أهل الكتاب ليس بيقين، بل انما يظنونه يقينا.

İşte Arabî İşârâtü’l-İ’caz kitabının aslında mevcûd olan bu cümle, Türkçe tercemesine hiç alınmamış veya terceme edilmemiştir. Bu cümlenin manası ise, bilhassa bu asırda çok manidardır.

Evet, Müellif (ra), bu cümle ile meâlen şunu ifade ediyor ve diyor ki:

“Amma هُمْ kelimesinde ise; yani, وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ cümlesinde geçen هُمْ zamirinde ise, hasr vardır. Ve şu hasırda şöyle bir ta’rîz ve işâret vardır ki; Hazret-i Muhammed (asm)’a iman etmeyen ehl-i kitabın imanı, gerçek iman ve yakîn değildir. Belki onlar, kendi zanlarınca bâtıl i’tikadlarını, iman zannederler.

(Evet, Hazret-i Muhammed (asm)’a iman etmeyen hiçbir ehl-i kitab, iman etmiş sayılmaz ve ehl-i necât olamaz. Belki onlar, اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقًّا “İşte gerçekten kâfir olanlar, onlardır.” [25] âyet-i kerîmesi sırrınca, hepsi, hakîkî manada kâfirdirler; müşriktirler.” demektir.)

İhtar: Mütercim Abdulmecîd Efendi (rh), terceme ettiği yerleri aslına sâdık kalarak terceme ettiği halde, bu tercemenin bazı yerlerinde İslâm inancına uymayan, Şerîat’a muhalif düşen bazı tabirler ve cümleler bulunmaktadır. Bu tabirler ve cümleler, başka bir el tarafından konulmuştur. Haşa Mütercim’in bu tahrifte bir hissesi yoktur.

İŞÂRÂTÜ’L-İ’CAZ TEFSÎRİ’NİN İHTİVÂ ETTİĞİ MEBHASLAR İCMÂLEN ŞÖYLEDİR

BİRİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 23-26)[26]; “Bismillah” cümlesinin nazm-ı belâğatını tefsîr eder ve Kur’an’ın dört maksad-ı aslîsini beyân eder. Yani tevhîd, haşir, nübüvvet, adalet ve ibadet olmak üzere Kur’an’ın dört temel unsûrunu îzâh eder.

İKİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 26-38); Kur’an’ın fâtihası olan Fâtiha Sûresi’nin nazmındaki cezâlet-i hârikasını beyân eder; cümleleri ve kelimâtı arasındaki münâsebâtı îzâh eder.

ÜÇÜNCÜ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 39-72); Bakara Sûresi’nin baş kısmı olan ve الٓمٓ ile başlayan kısımda Kur’an’ın medhini ve muttakî mü’minlerin evsâfını ve ehl-i hidâyetin saadetli âkıbetlerini ve felâha erdiklerini beyân eder.

DÖRDÜNCÜ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 72-88); اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَٓاءٌ عَلَيْهِمْ âyet-i kerîmesi ile başlayan bölümde ise, müşriklerin (bilhassa Mekke müşriklerinin) imana gelmeyeceklerini; onları inzar, adem-i inzar gibi olduğunu ve neticede küfürlerinden dolayı kulaklarına, gözlerine, kalblerine mühür ve hâtem vurulduğunu gâyet acîb ve belîğ bir tarzda beyân ve tefsîr eder.

BEŞİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 88-146); Bakara Sûresi’nin وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَ âyet-i kerîmesi ile başlayıp tâ 21. âyet-i kerîmesine kadar devam eden ve on üç âyetten ibaret olup, münâfıkların on dört ahlâk-ı zemîmelerini ve dehşetli ve hasâretli âkıbetlerini ve خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةَ sırrına dûçar olduklarını temsîl yolu ile beyân eden âyet-i kerîmelerin tefsîri ve onların nazımlarındaki cezâlet-i hârika hakkındadır.

Evet, Müellif (ra) Hazretleri, bu Arabî İşârâtü’l-İ’caz Tefsîri’nde icmâlen; Molla Muhammed Hoca’mız da O’nun şerh ve îzâhında tafsîlen, bu âyât-ı beyyinâtı acîb bir tarzda tefsîr etmek suretiyle münâfıkların hallerini; ahlâk-ı zemîmelerini; fitne ve fesadlarını; tuzak ve hilelerini; düzen ve entrikalarını gözler önüne sermişlerdir. جَزَاهُمَا اللّٰهُ خَيْرًا كَث۪يرًا

Hem Müellif (ra), bu âyet-i kerîmelerin mâbeynindeki garîb, hârika ve dakîk nazmından öyle acîb manaları istihrâc etmiştir ki; o manalardan münâfıklar, bilhassa asrımızdaki münâfıklar ve dayandıkları reîsleri olan şeytanlar, yani gizli zındıka komitesi, deşifre olmuştur.

Hem o âyet-i kerîmelerin tefsîrinde, münâfıkların ve onların reîsleri olan gizli zındıka komitesinin, Kur’an ve Âlem-i İslâm aleyhindeki propagandaları, sinsî planları, şeytânî tuzak ve hileleri, tam tamına zuhûr etmiş, meydana çıkmıştır. Binâenâleyh Asya’daki münâfıkların, bilhassa memleketimizdeki münâfıkların, hem kendileri, hem de reîsleri kimler oldukları, artık zuhûr etmiştir.

Hem o âyet-i kerîmelerden istihrac edilen meâni-i kudsîyelerde, Âlem-i İslâm aleyhinde, bin seneden beri terâküm eden ve bugün tamamen zirveye çıkan ifsâdâtları ve gizli planları artık saklı kalmayıp o ifsâdât, her şuûrlu Müslüman tarafından ma’lûm hale gelmiştir. Böylece o münâfıklar, şu âlemde de rezîl ve rüsvây olmuşlardır.

ALTINCI MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 147-164); Bakara Sûresi’nin يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذ۪ي خَلَقَكُمْ وَالَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ âyet-i kerîmesi ile başlayan 21 ve 22. âyet-i kerîmelerin tefsîri ve nazm-ı cezâleti hakkında olup, Kur’an’ın takib ettiği dört maksad-ı esasîden biri olan “tevhîd ve vahdâniyet” hakîkati hakkındadır. Bilhassa ubûdiyetin, akâidî ve îmanî hükümleri tesbît ve takviye ettiğini beyân eder. Ayrıca ibadetin, dünya saadetine vesîle olduğunu ve kul ile Rabbi arasında en yüksek bir nisbet ve en ulvî bir münâsebet olduğunu ve şahsî kemâlâta sebeb teşkîl ettiğini beyân eder.

Hem bu bölümde, vahdâniyet-i İlahiyeye delâlet eden “bürhan-ı limmî” ve “bürhan-ı innî” gibi bürhanlardan ve Sani’in vücud ve vahdâniyetine işâret eden delîl-i inâyet, delîl-i ihtira’ ve delîl-i temânu’dan bahseder.

YEDİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 165-190); Bakara Sûresi’nin وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه۪ cümlesi ile başlayan 23. ve 24. âyet-i kerîmelerin tefsîri ve nazm-ı i’cazı hakkındadır. Bu âyetlerle asıl nübüvvet-i Muhammediye (asm) isbat edilmiş; dolayısıyla nübüvvet-i mutlaka hakîkati, onun içinde isbat edilmiştir. Yani, bu bölümde Kur’an’ın dört maksadından birini teşkil eden nübüvvet mes’elesi isbat edilmiştir. Zira küllî, cüz’îde dâhildir. Yani, nübüvvet-i Muhammediye (asm)’ın isbat ve îzâh edilmesiyle, bütün peygamberân-ı izamın da nübüvvetleri isbat edilmiştir. Zira O Zat-ı Ekrem (asm)’ın nübüvvet davası, bütün peygamberlerin sırr-ı icmâ’ını tazammûn etmektedir.

Bahusus bu mebhasda tahaddî tarîki ile dokuz cihette Kur’an’ın i’cazını, ehl-i küfrün de dokuz mertebe aczini ve mağlûbiyetini gâyet belîğ bir tarzda beyân eder.

SEKİZİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 191-201); Bakara Sûresi’nin وَبَشِّرِ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ ile başlayan 25. âyetinin tefsîri ve vech-i nazmındaki i’cazı hakkındadır. Bu âyet-i kerîme, iman edip amel-i salih işleyenlerin saadetli ve müjdeli âkıbetlerinin Cennet-i bâkiye olduğunu, bütün ehl-i imana müjde suretinde haber veriyor.

DOKUZUNCU MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 202-212); Kur’an-ı Azîmüşşan, vakta ki; bazı âyet-i kerîmelerde temsîl yolu ile sinekten, ankebuttan, arıdan, karıncadan misal getirdi. Zâhiren cüz’î ve hakîr şeylerden bahsetti. Müşrikler, münâfıklar ve ehl-i kitab, itiraz için fırsat bularak ahmakâne Kur’an’a dil uzattılar. “Bu kitab, eğer Ellah’ın kelâmı olsaydı, böyle hasîs ve hakîr şeylerden bahsetmezdi. Zira Ellah, azametiyle beraber böyle hasîs, hakîr, cüz’î şeylerden bahsetmeye tenezzül etmez. Hem ashâb-ı kemâl, bu gibi kıymetsiz şeylerden bahsetmez, hayâ eder. Öyle ise böyle bir kitab, Ellah’ın kelâmı olamaz.” diye itiraz ettiler.

İşte Kur’an-ı Kerîm, اِنَّ اللّٰهَ لَا يَسْتَحْي۪ٓ اَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا cümlesi ile başlayan Bakara Sûresi’nin 26. âyet-i kerîmesiyle onların ağızlarına gem vurdu, susturdu.

Evet, bu sûrenin başında, Kur’an’ın ihtivâ ettiği sıfat ve mezâyânın hiçbir kelâmda, hiçbir kitabta, hiçbir şahısta bulunmadığı; içinde asla rayb ve şübhe olmayıp mu’cize olduğu ve müttakîler için hidâyet rehberi olduğu isbat edildi. Hem Hazret-i Muhammed (asm)’ın nübüvveti, Kur’an’ın i’caziyle isbat edildi. Hem Kur’an’ın i’cazı, وَاِنْ كُنْتُمْ ف۪ي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا âyet-i kerîmesinin tahaddîsi ile ehl-i şirk ve küfrü, meydan-ı muarazaya davet etmesiyle ve onların da mukabele edemeyip âciz kalmalarıyla isbat edildi. Bütün bu i’caz ve mağlûbiyete rağmen ehl-i şirk ve küfür, Kur’an ve O’nun Mübelliğ-i Zîşan’ı olan Hazret-i Muhammed (asm) ile muarazaya devam ettiler. Ne zaman Kur’an, temsîl yolu ile zâhiren cüz’î, hakîr ve hasîs addedilen sinekten, ankebuttan, arıdan, karıncadan misal getirdi. Onlar, buna da itiraz ettiler.

İşte bu itiraza mukabil, Ellahu Teâla, böyle zâhiren hakîr, hasîs şeylerden misal getirmekten hayâ etmediğini; semâvattan da sinekten de misal getirmek, belâğat ve i’caz-ı Kur’an’a muvafık olduğunu, muhalif olmadığını; bu, O’nun azametine münafi olmadığını; belki Ellah (cc), umûm kâinatın Rabbi ve Hâlık’ı olması hasebiyle küllî-cüz’î, küll-cüz’ her şeyden bahsetmesi, hiçbir şeyi ihmal etmemesi, O’nun şe’n-i azâmetinin muktezâsı olduğunu; bütün bunların, vücûb-u vücûd ve vahdetine delîl teşkîl ettiğini, Bakara Sûresi’nin 26. âyet-i kerîmesiyle haber veriyor. Böylece onları iskât ve ilzâm ediyor.

ONUNCU MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 212-213); Bakara Sûresi’nin; اَلَّذ۪ينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّٰهِ مِنْ بَعْدِ م۪يثَاقِه۪ cümlesi ile başlayan 27. âyet-i kerîmesinin tefsîri ve nazm-ı i’cazı hakkındadır.

Bu âyet-i kerîmede, “Fısk nedir? Fâsıkların ahlâkı ve evsâfı nasıldır?” gibi suallerin cevabı beyân edilmiştir. Yani, âyet-i kerîme, “fâsıkların, ahdini bozmak, sıla-ı rahmi kesmek, yeryüzünde fesad çıkarmak, fitne çevirmek” gibi kötü ve çirkin işlerini, ahlâk-ı seyyielerini haber vermektedir.

İşte Müellif (ra) Hazretleri, bu mebhasta şu meâldeki âyetlerin ince nüktelerini ve nazm-ı belâğatını beyân etmekle o âyetleri tefsîr ediyor. Evvelâ; “Fısk nedir? Neden neş’et eder?” suallerine cevab veriyor. Ezcümle: Fıskın; haktan udûl edip ayrılmak, haddini aşmak ve itaatten çıkmak manasında olduğunu beyân eder. Fıskın menşei ise; kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifratından ve tefritinden neş’et ettiğini isbat eder. Neticede bu âyet-i kerîme, o fâsıkların dehşetli, hasaretli âkıbetlerini, اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ “Dünya ve ahirette zarara ve hüsrâna ma’ruz kalan, ancak onlardır, fâsıklardır.” [27] cümlesiyle haber veriyor.

Hülâsa: Müellif (ra), bu cümle-i Kur’aniye ile fâsıkların cinâyetlerinin neticesini şöyle haber vermektedir:

“O fâsıklar, ahiret mukâbilinde dünyayı; hidâyet karşılığında dalâleti satın aldılar. Onların meslekleri, mahz-ı hasârettir; hasâretin bütün envâını şâmildir. Yani onlar, vefâ-i ahdi nakz ile hasâret ettiler; sılâ-ı rahmi kesmekle hasâret ettiler; yeryüzünde vazîfe-i asliyeleri ıslah iken, ifsad etmekle hasâret ettiler; imandan i’raz edip küfrü irtikâb etmekle hasâret ettiler; saadet-i ebediye yerine şekâveti taleb etmekle hüsrâna ve zarara uğradılar.”

ON BİRİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 214-222); Bakara Sûresi’nin كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللّٰهِ وَكُنْتُمْ اَمْوَاتًا فَاَحْيَاكُمْ cümlesi ile başlayan 28. âyet-i kerîmesinin tefsîri ve nazm-ı belâğatı hakkındadır. Müellif (ra), bu âyetin tefsîrinde hülâsa olarak diyor ki;

Ellahu Teâla, vaktâ ki insanları kendine iman ve ibadet etmeye davet etti; i’tikad esaslarını ve ahkâm-ı İlahiyeyi, delîllerine icmâlen işâret ederek zikretti. Bu ve gelecek âyet-i kerîmelerde ise, daha önce icmâlen bahsi geçen ve işâret edilen ni’metlerin delîllerini tekrar serdetmeye, tafsîl etmeye başladı. Şöyle ki:

Bu âyetle (Bakara, 28), en büyük ni’met olan “hayat” ni’metine işâret edilmiştir.

İkinci âyetle (Bakara, 29), hayattan sonra en büyük ni’met olan “bekâ” ni’metine işâret edilmiştir. Yani, semâvât ve Arz’ın tanzîmâtı ile hayatın kemâline, bekâ ve saadetine işâret edilmiştir.

Üçüncü âyetle (Bakara, 30), nev-i beşerin kâinat üzerine tafdîl ve tekrîmine işâret edilmiştir.

Dördüncü âyetle (Bakara, 31), beşere esmayı ta’lîm etmekle onun, halîfe-i rûy-ı zemin rütbesine, âlemin reîsi olması şerefine işâret edilmiştir. Böylece delîl-i inâyet ve gâyete dikkat çekilmiştir. Ve keza bu ni’metler, bilhassa hayat ni’meti, ibadetin vücûbuna ve delîline de işâret etmektedir. Zira ni’metleri verene şükretmek, vâcibtir; aklen de küfran-ı ni’met, haramdır. Bu ni’metin hakîkatına bakıldığı cihetle de mebde’ (dünya) ve meâdın (ahiretin) halk ve icadında tezâhür eden delîl-i ihtiraa işâret vardır. Ve hâkezâ.

ON İKİNCİ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 222-230); Bakara Sûresi’nin هُوَ الَّذ۪ي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْاَرْضِ جَم۪يعًا cümlesi ile başlayan 29. âyet-i kerîmesinin tefsîri ve nazmı hakkındadır.

Müellif (ra) diyor ki; bu âyetin de sâbık âyetler gibi üç vech-i nazmı vardır. Yani, bu âyetin mecmûunun önceki âyetle münâsebeti ve cihet-i irtibatı vardır. Hem cümledeki hey’âtın birbiriyle münâsebâtı vardır. Hem kelimelerin birbiriyle irtibatı vardır.

Bu âyetin mecmûunun önceki âyetle münâsebeti şöyledir: Önceki âyette, etvâr-ı beşerden bahseden delâil-i enfüsiye ile küfür ve küfran inkâr edilmiş, reddedilmiş; bu âyette ise, âfâkî delîllere işâret edilmiştir. Ve keza evvelki âyette vücûd ve hayat ni’metine işâret edilmiş; bu âyette ise, bekâ ni’metine işâret edilmiştir. Ve keza önceki âyette Sani’in vücûb-u vücûduna ve haşrin mukaddemesine işâret edilmiş; bu âyette ise, meâdın, yani dâr-ı ahiretin tahakkukuna ve bu husustaki şübhelerin izâlesine işâret edilmiştir.

Hem bu âyette, insanın Ellah katındaki ehemmiyetli mevkîine; onun bu kıymet ve ehemmiyetinden dolayı kıyametin kopacağına; muhâsebe-i a’mali için haşir meydanının kurulacağına işâret vardır. Madem semâvât ve Arz’da bulunan her şey, insanın istifadesi ve hizmeti için halk edilmiş; buna binâen ona musahhar kılınmıştır. Öyle ise, onun muhâsebe-i a’mali için, mükâfat ve mücâzatı için, dâr-ı bekâ olan ahiret âlemi halkedilecek; insan da haşir meydanına gelecektir.

ON ÜÇÜNCÜ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 231-237); Bakara Sûresi’nin وَاِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلٰٓئِكَةِ اِنّ۪ي جَاعِلٌ فِي الْاَرْضِ خَل۪يفَةً cümlesi ile başlayan 30. âyet-i kerîmesinin tefsîri ve nazmı hakkındadır.

Bu âyet-i kerîmede, hem melâikenin vücûdu isbat edilmiş; hem de insanın, Arz’ın halîfesi ve hâkimi olduğu sarâhaten haber verilmiştir.

Evet, Müellif (ra), bu âyet-i kerîmede üç makâm ile meleklere iman rüknünü isbat eder. Keza bu âyetin hem cümle, hem de cümlenin hey’eti itibariyle münâsebetlerini îzâh eder. Hem bu âyetin, evvelki âyetle olan münâsebet ve irtibatını, dört cihetle îzâh eder. Şöyle ki:

Birinci cihet-i irtibat: Evvelki âyetle, beşere olan en büyük ni’mete işâret edilmiştir. Yani beşerin, hilkatin neticesi olarak yaratıldığına; rûy-i zeminde her şey, onun menfaati için halkedildiğine ve ona teshîr edildiğine işâret edilmiştir. Bu âyetle de nev-i insanın yeryüzüne halîfe ve reîs olarak yaratılmış olduğu sarâhaten haber verilmiştir.

İkinci cihet-i irtibat: Bu âyetle, evvelki âyette yeryüzündeki ni’met silsilesinin insanın eline verildiğine dâir olan husûsu, beyân ve tafsîl ve bürhanla tahkîk ve te’kîd edilmiştir.

Üçüncü cihet-i irtibat: Önceki âyetle, mahlûkatın meskeni olan Arz ve semâvâta işâret edilmiş; bu âyetle de o meskenlerin sâkinleri olan nev-i beşere ve melâikeye işâret edilmiştir.

Dördüncü cihet-i irtibat: Evvelki âyette, hilkatten maksad, nev-i insanî olduğu ve onun, Hâlık-ı kâinat yanında büyük bir mevkîi ve şerefi olduğu isbat edilince, sâmi’in zihnine şöyle bir sual geldi:

“Peki, bu kadar fesad ve kötülüğüyle beraber, beşere neden bu kadar kıymet ve ehemmiyet verildi?” İşte zihne gelen bu vesveseyi izâle için, bu âyet-i kerîme cevaben der ki: “Beşer, o kadar şer, fesad ve seyyiâta meyyâl olduğu halde, bu menfî ciheti, onda vedîa olarak bırakılan sırra ve ulvî kabiliyetlere mukabele edemez; o menfî cihet, bu müsbet cihetin yanında küçük kalır. İşte bundan dolayı Hâlık’ın hikmeti, insanın hilkatini iktiza etti.”

Demek bu âyetle, evvelki âyetin irtibat cihetleri tafsîlatıyla beyân edilmiştir.

ON DÖRDÜNCÜ MEBHAS: (Arabî İşârâtü’l-İ’caz, s. 238-242); Bakara Sûresi’nin وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ cümlesi ile başlayan 31, 32 ve 33. âyet-i kerîmelerinin tefsîri, îzâhı ve cihet-i nazımları hakkındadır.

Müellif (ra), bu âyet-i kerîmeyi (Bakara, 31) tefsîr ederken, şöyle diyor: “Hazret-i Âdem (as)’a ihsan edilen ta’lîm-i esma mu’cizesi, melâikenin itirazlarına karşı bir tahaddîdir.” Yani Cenab-ı Hak, bu ta’lîm-i esma mu’cizesiyle, melekleri ilzam etmiş; nev-i beşerin, meleklerden üstün bir varlık ve hilâfet mertebesine lâyık olduğunu isbat etmiştir. Evet, bu âyet-i uzmâ ifade eder ki; nev-i beşer, bin bir ism-i İlahînin tecelliyâtına mazhar bir nüsha-ı câmiâdır.

Hem Müellif (ra), bu mes’elenin başında diyor ki; Kur’an’ın kıssalarında çok ibretler, dersler ve düstûrlar vardır. Her birisi, küllî bir kanunun bir cüz’üdür. Bu küllî kanunların, her asırda efradı ve mâsadakları bulunur. İşte Kur’an, her asırdaki o kanunların nümûnelerine işâret eder.

Hem Müellif (ra), وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ âyet-i kerîmesini[28] delîl getirerek diyor ki; Kur’an-ı Azîmuşşan, nasıl ki delâletiyle, nusûsâtıyla ahkâm-ı İlahiyesini, kavânin-i Rabbâniyesini ders veriyor. Öyle de irşâd ve rumûzâtıyla çok mühim mesâili, çok kıymetdar hakâiki ders vermiştir.

Bu âyetin ifadesiyle yaş ve kuru her şey, derecesine göre; ya zâhiren, ya bâtınen, ya nassen, ya delâleten, ya işâreten, ya da remzen Kur’an’da vardır. Keza bu âyet-i celîle, bütün zaman ve zemindeki hâdisâtı mertebesine göre haber vermiştir.

Evet, Kur’an-ı Hakîm, Hazret-i Âdem (as)’a ihsan edilen ta’lîm-i esmâ mu’cizesiyle ve sâir enbiyânın mu’cizelerini haber veren âyet-i kerîmelerin delâletleri ve işâretleriyle, nev’-i beşeri, peygamberlerin eline verilen mu’cizelere ve san’atlara teşvîk ve teşci’ eder. Yani, mu’cizât-ı enbiyâ yüzünde parlayan lem’a-i i’caz-ı Kur’an, lisân-ı hâl ile der ki: Peygamberler, nasıl ki dinde, mâneviyatta, ahlâkta beşerin rehberleri ve imamlarıdırlar. Aynen öyle de o zevât-ı âliye, maddî sahada ve dünyevî işlerde dahi yine nev’-i beşerin üstadları ve rehberleridirler. Öyle ise; “Ey nev’-i beşer! Siz de tekvînî ve teklîfî kavânîn-i İlahiyeye riâyet etmek suretiyle o mu’cizelerin ve o san’atların benzerlerini ve nümunelerini yapınız. Tenbelliği bırakarak tam çalışınız.” emreder.

Tarih-i beşere nazar edildiğinde, peygamberlerin, her bir san’atta birer pîr ve mürşid oldukları görülecektir. Mesela; demircilerin pîri, Hazret-i Davud (as)’dır. Gemicilerin pîri, Hazret-i Nûh (as)’dır. Saatçıların pîri, Hazret-i Yûsuf (as)’dır. Terzilerin pîri, Hazret-i İdris (as)’dır. Demek Cenab-ı Hak, saadet-i dünyeviyenin te’mîni ve bu hususta nev’-i beşerin terakkîsi için, pek çok sanâyi-i garîbenin ta’lîmini, mu’cize eliyle nev’-i beşere hediye etmiştir. Bu da O’nun hadsiz lütuf ve rahmetinin eseridir.

Hülâsa: Kur’an-ı Kerîm, mu’cizât-ı enbiyâ ile iki mühim gayeyi takîb etmiştir:

Birincisi: Davâ-i nübüvveti, halka tasdîk ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Maddî sahada terakkîyi te’mîn etmek; dünya saadetini elde etmek için lâzım olan san’atları, âletleri, nümuneleri nev’-i beşere göstermek; onları, o mu’cizelerin benzerlerini yapmaya teşvîk etmektir.

İhtar: Kitabın hacmi büyük olmasın diye, konu ile alâkalı âyet-i kerîmelerin numaralarını dipnot olarak verdik. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, bu âyetlere müracaat edilmesi isabetli olur.

NETİCE-İ KELÂM: “İşârâtü’l-İ’caz” diye tesmiye edilen bu mübârek tefsîrin, ulemâdan müteşekkil bir hey’et-i nûrâniyenin, Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyân’a yapacakları tefsîre bir me’haz, bir menba’, bir rehber olmasını rahmet ve tevfîk-i İlahîden niyaz ederiz.

اَلسَّلَامُ عَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدٰى وَالْمَلَام ُعَلٰى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوٰى

 

[1] Yirmi Yedinci Mektûb, Tahşiye Yayınları

[2] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbîh, s. 5.

[3] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbîh, s. 5.

[4] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbih s. 5.

[5] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbîh, s. 5.

[6] İşârâtü’l-İ’caz, İbtida-i Tefsîr, s. 12.

[7] Sözler, 25. Söz, 1. Şu'le, 1. Şua, 2. Suret, 1. Nokta, s. 370.#770040-770047

[8] Sözler, 25. Söz, 1. Şu’le, 1. Şua, 2. Suret, 1. Nokta, s. 372.

[9] Emirdağ Lahikası II, s. 85.#162363-162372

[10] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 1. Şua, 29. Âyet, s. 103.

[11] Tarihçe-i Hayat, s. 107. #203672-203688

[12] Emirdağ Lahikası II, s. 86.

[13] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbih, s. 6.

[14] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbih, s. 5.

[15] İşârâtü’l-İ’caz, Tenbih, s. 6.

[16] İşârâtü’l-İ’caz, İfade-i Meram, s. 9.

[17] İşârâtü’l-İ’caz, İfade-i Meram, s. 9.

382 sayfa, şamua kâğıt, 17 x 24 cm ebadında, lüks bez cilt. (Semendel Yayınları)

Kaynak: Nurmend.com