Yirmi Dördüncü Mektub ve Şerhi Satın AlYirmi Dördüncü Mektub ve Şerhi


Bediüzzaman Said Nursî / Şerh: Molla Muhammed Ali Doğan

Hayat ve varlık sahnesinde kısa bir süre görünüp kaybolan herşeyin, bilhassa insanda bıraktığı elem, keder, ümitsizlik gibi duygular, sevinç ve neş’eye dönüşebilir. Hiçbir şeyin aslında yok olup gitmediğinin işlendiği eserde; Hakîm, Rahîm ve Vedûd isimlerinin tecellileri anlatılıyor.

                              بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ

   اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Şu mevcûdât, yaratılmadan evvel, umûmen dâire-i ilm-i İlâhî’de mevcûd idi. Cenâb-ı Hak, hikmet-i ezeliyyesi ile mevcûdâtı dâire-i ilimden dâire-i kudrete, ya’nî âlem-i gaybdan âlem-i şehâdete çıkarmak irâde etti. Ezelî ilmi ile her bir mevcûd için ta’yîn ettiği ilmî proğram ve geometrik şekle göre onlara vücûd-i hâricî giydirmek sûretiyle; mevcûdât-ı âlemi zamânı geldikçe yaratmaktadır. Vazîfesini bitirenleri, ölüm ile tekrâr dâire-i kudretten dâire-i ilme geçirmektedir. Böylece kâinât yaratıldığı günden bugüne, belki kıyâmete kadar devâmlı bir sûrette durmadan çalkalanmakta, tebeddül ve teğayyüre ma’rûz kalmaktadır. Aklı başında olan herkes, şu muhteşem ve müzeyyen kâinâtın gidişâtına ve ondaki faâliyyet-i acîbeye dikkatle baktığı zamân düşünecektir ki, bu kadar hadsiz mevcûdât, nereden geliyor, nereye gidiyor, vazîfesi nedir, neden şu dünyâda muvakkaten durup derakab kaybolup gidiyorlar? Bu nâzenîn mevcûdât, neden hayâta doymadan çabucak ecel cellâdı ile başları kesilip yokluk derelerine atılıyorlar? Neden gelen gider, giden bir daha geri gelmez? Bu mevcûdâtın tebeddül, teğayyür, tahavvül ve teceddüde ma’rûz kalmasının sebebi nedir? Şu seyl-i kâinâtı durduracak bir çâre yok mudur? Veyâhut bu zevâl ve firâkın hikmetini nev’-i beşere ders verecek bir muallim yok mudur? Gibi suâller, her bir zîkalb ve zîaklı ciddî ma’nâda meşgùl etmektedir. Bugüne kadar hiçbir hikmet-i beşeriyye, bu müşkil suâlleri hâlledememiş, bu konuda âciz kalmıştır. Ancak peygamberler, vahy-i İlâhî’ye dayanarak muammây-ı kâinâtı ve tılsım-ı âlemi hâll ve keşfetmişlerdir. Ulemâ da peygamberlere ittibâ’ ederek mezkûr suâllere mukni’ cevâb vermişlerdir. Şu âleme hasr-ı nazar edip mevcûdât-ı âlemin zevâl ve fenâsını görmeyen, maddîyyâta tevaggul eden, zihni felsefede boğulan, derd-i maîşetle sarhoş olan, aklı siyâsete dalan, kalbi hayât-ı dünyeviyyede sersem olan, böylece gittikçe ma’neviyyâttan tebâüd eden ve nûra karşı gabîleşen ve kabalaşan kimseler, elbette hikmet-i âlemi anlayamaz, tılsım-ı kâinâtı çözemez, muammây-ı hilkati hâlledemez. Zîrâ mezkûr hâller, birer perde olup hakìkatin keşfine mâni’dir. İşte peygamberler ve onlara ittibâ’ eden ulemâ ve asfiyâ-i ümmet, mezkûr mâni’leri bertaraf ederek şu âlemin zevâl ve fenâsını hakkıyla anladıkları için, Cenâb-ı Hak, eser-i rahmetiyle onlara tılsım-ı âlemi çözdürmüş ve bu âlemdeki mevt ve adem, zevâl ve firâk, musîbet ve meşakkatin hikmetini onlara bildirmiştir. وَمَنْ يُوءْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا âyet-i kerîmesi, bu sırrı ifâde etmektedir. Bu asırda ise, Resûl-i Ekrem (asm)’ın ve bütün peygamberlerin vâris-i mutlâkı ve asrın müceddidi olan Bedîüzzamân Said Nursî Hazretleri, mezkûr âyetin sırrına mazhar olmuş, Kur’ân’ın himmetiyle muammâ-yı kâinâtı ve tılsım-ı âlemi hâlletmiş, âlemdeki şu tebeddülât ve tegayyürâtın, tahavvülât ve teceddüdâtın hikmetini keşfetmiştir. Nev’-i beşere, bâhusûs ehl-i îmâna bu nev’i mesâilde üstâd ve rehber olmuştur. İşte şerhini ve îzâhını yaptığımız bu “Yirmi Dördüncü Mektûb” adlı eser, âlemdeki bu mevt ve fenâ, zevâl ve firâk, musîbet ve meşakkatin muktazîlerini ve gàyelerini îzâh etmektedir. Böyle bir eseri yazmak, beşerin gücünün pek fevkindedir. Doğrudan doğruya bir lütf-i Rabbânîdir. İlhâm-ı İlâhî iledir. Kezâ bu eser, zâhiren basit görünse de hakìkatte çok mühim ve çok derin bir eserdir. Zîrâ tılsım-ı kâinâtın hakìkatını açan, belki merâtib-i esmâ ve sıfattaki tecelliyyâtın a’zamlık mertebesini gösteren bir ders-i hakìkattır. Hem Risâle-i Nûr mesleğinin esâsları olan acz, fakr, şefkat ve tefekkürü ders vermektedir. Müellif (ra), bu eserde a’zamlık mertebede Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimlerine mazhar olarak hakìkata vâsıl olmuş, tılsım-ı kâinâtı çözmüştür. Ehl-i insâfı da’vet ediyoruz, gelsinler, bu eseri okusunlar. Müellif (ra), nûr-i Kur’ân ile tılsım-ı kâinâtı nasıl çözdüğünü, kâinâttaki faâliyyet-i Rabbâniyyenin iç yüzünü nasıl anlattığını, ölüm; adem, i’dâm, hiçlik, fenâ, inkirâz ve firâk-ı ebedî olmayıp, Rahîm, Hakîm ve Vedûd isimleriyle müsemmâ bir Zât-ı Akdes tarafından vazîfe-i hayâttan bir terhîs, bir tebdîl-i mekân, saâdet-i ebediyye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyât ve yüzde doksandokuz ahbâbın mecma’ı olan âlem-i berzâha bir visâl kapısı olduğunu, belâ ve musîbetlerde ne kadar lezzet ve mükâfât bulunduğunu anlasınlar. Hem “Yirmi Dördüncü Mektûb” adlı bu eser, Risâle-i Nûr’un ma’nâ cihetiyle en zor ve en çetin eserlerinden birisidir. Zîrâ ilm-i hakìkattır. Evliyâların keşf u kerâmetinin son mertebesini ders vermektedir. Eskide evliyâlar, kırk günden ta kırk seneye kadar bir seyr u sülûkle pek çok zahmet, meşakkat ve riyâzetler netîcesinde bin bir ism-i İlâhî’nin ba’zı tecelliyyâtına mazhar olabilirler, ba’zı hakàik-i îmâniyyeyi ancak anlayabilirlerdi. Risâle-i Nûr’un verdiği ders-i hakìkat ise, doğrudan doğruya bin bir ism-i İlâhî’nin inkişâfıdır. Bu ise bütün tarîkatların nokta-i müntehâsıdır. Risâle-i Nûr, hakìkì talebelerine bu ders-i hakìkati vermektedir. Bunun en bâriz misâli, nûrun birinci talebesi olan Hulûsî Bey’in, -Üstâd Bedîüzzamân Hazretlerinin ifâdesiyle- kırk dakìkada hakìkatu’l-hakàika çıkmasıdır. Bu yüzden bu eser, çok dikkat ve teennî ile mütâlea edilmelidir. Cenâb-ı Hak, bu eser vâsıtasıyla tılsım-ı kâinâtı çözmeyi bizlere nasîb buyursun. Amîn. El-Hac Molla Muhammed Ali Doğan

 

487 sayfa, şamua kâğıt, 17 x 24 cm ebadında, lüks bez cilt. (Semendel Yayınları)