Abdurrahman Aktepe
Nisâ Sûresi 150-152 ve Beyyine Sûresi 6. âyetlerin tefsîri. Peygamberlerin bir kısmına iman, bir kısmını da inkâr etmenin hükmü. Yahudi ve Hıristiyanların, Hz. Muhammed’in (asm) risaletini inkâr ile aslında Allah’ı da inkâra düşmeleri. Ehl-i Kitâb, âyette neden “mahlûkatın en şerlileri” olarak tavsif ediliyor?
سْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحيمِ
İnsan, maddî ve ma’nevî olmak üzere iki cihetten müteşekkildir. İnsanın maddî hayâtı, yemek, içmek ve havayı teneffüs etmek ile káim olduğu gibi, ma’nevî hayâtı da îmân ve ibâdet ile káimdir. Demek, insânı insân yapan ve insânı dünyâ ve âhirette hakíkí saâdet ve huzûra kavuşturan îmân ve ibâdettir.
Îmân, fıtrîdir ve fıtrat-ı beşeriyye, îmân ile yoğrulmuştur. Zîrâ, insân, fıtraten gáyet âciz ve fakir yaratılmakla berâber; düşmanları ve emelleri kâinâtın her tarafına dal-budak salmış, kalb ve rûhun dâire-i ihtiyâcı ebede kadar uzanmış, hadsiz şeylerden müteessir olduğu gibi, nihâyetsiz şeylerden de mesrûr olacak bir câmiıyyette halk edilmiştir. O hâlde, bütün kâinâtı yed-i tasarrufunda tutamayan, insânın bu derin ve muhît maddî ve ma’nevî ihtiyâclarını yerine getiremez, onu idâre edemez; kendisi gibi âciz, muhtaç ve onun cinsinden olan pürşer beşer, aslâ bu kâinât kadar ma’nevî yükü deruhde edemez.
Küfür ve inkâr ise, insânı bu câmiıyyet ve kábiliyyetten sukút ettirip en âciz, zaif, fakir ve perîşân bir mahlûk derekesine düşürür.
Hazret-i Âdem (as)’dan bugüne kadar devâm eden beşer târihinde iki cereyân veyâ iki düşünce âlemde hükümfermâ olmuştur.
Birincisi: Peygamberler vâsıtasıyla beşere gelen tevhîd-i İlâhî cereyân-ı nûrânîsidir.
İkincisi: Peygamberlere tâbi’ olmayan, kendi akıllarıyla ve hevâ-i nefisleriyle beşere saâdet ve huzûru getirmeye çalışan ve bununla âlemde küfür ve şirk yolunu açan cereyân-ı zulmânîdir.
Birinci cereyân olan peygamberler ve o peygamberlere hakíkí ma’nâda ittiba’ eden mü’minler tâifesi; dünyâda hakíkí hürriyyeti, hakíkí saâdeti ve hakíkí izzeti bulmuştur. Âhirette de o mü’minler, yüzleri ak olarak Rabb-i Rahîm’lerinin ebedî Cennet’ine ve bizzât “rü’yet-i cemâlullah”a müşerref olmakla ilânihâye ebedî hürriyyet, sonsuz saâdet ve nihâyetsiz izzete nâil olacaklardır. Zîrâ, insânı, yüksek âlet ve cihâzâtla techîz edilmiş mükemmel işleyen bir fabrika gibi kim yaratmış ise; o insânın hakíkí hürriyyet, saâdet ve izzetini de o te’mîn edebilir. O fabrika sâhibinin izin ve irâdesi olmadan kim o fabrikaya dışarıdan müdâhale ederse, o fabrikayı bozar, işleyişini durdurur, yaradılış gáye ve hedefini başka yönlere çevirir. Netîcede o yüksek cihâzâtı muattal bir duruma düşürerek asıl vazîfelerinden uzaklaştırmış olur. Fabrika sâhibi de, maksûd gáye ve hedef hâsıl olmadığından, o fabrikayı kırıp dağıtır.
İşte insân, Hálık-ı kâinât tarafından yaratılmış mezkûr fabrika gibidir. O Zât-ı Kerîm, insânın hayâtıyla ilgili bütün nizâmâtı ve bütün ihtiyâcları hâvî reçete ve nizâmnâme denilen vahiyleri, peygamberler vâsıtasıyla insâna bildirmiştir. İnsân, hakíkí hürriyyet, saâdet ve izzeti ancak o vahiylerin mübelliğleri olan peygamberleri dinlemek ve onlara ittiba’ etmekle bulabilir ve rahat edebilir. Çünkü, insân, ancak peygamberlere tâbi’ olmakla Allah’a hakíkí ma’nâda kul olup beşerin fikir köleliğinden ve kulluğundan kurtulabilir.
İkinci cereyân olan, akıllarına ve hevâ-i nefislerine dayanarak peygamberlere karşı isyân eden kâfirler ve müşrikler tâifesi ise; dünyâda hiçbir zamân hürriyyeti, izzeti ve hakíkí ma’nâda saâdeti bulamamışlardır. Şöyle ki:
Evvelâ: Beşer önceden yoktu ki, ona âit fikri de olsun. Kendisi yoktan var edildiği gibi, fikri de ona sonradan başkası tarafından verilmiştir. Demek, fikir ni’meti onun malı değildir. O hâlde, fikri kim vermiş ise, o fikri O’nun izin ve irâdesi istikámetînde kullanmak lâzım ve elzemdir. Aksi hâlde, kendi nâmına kullanmış olduğundan, onu gasbetmiş olur.
Sâniyen: Küfür ve şirk bir düşüncedir, bir fikirdir. Bu düşünce ve fikri ilk ihdâs eden şeytândır ve Allah ona, Hazret-i Âdem (as)’a secde etmesini emretmiş, o da isyân etmek sûretiyle kendisine âit düşüncesini ve fikrini ortaya koymuştur. İşte bütün ehl-i küfür ve şirkin ilk modelini şeytân teşkîl etmiş ve o küfür ve şirk, ondan teselsül yoluyla bugüne kadar şekil ve sûret değiştirerek gelmiştir. O hâlde, dünyâ târihinde ehl-i küfür ve şirkin hür bir irâde ve düşünceleri yoktur. Çünkü, bir sonraki bir öncekinden o düşünceyi körü körüne tâbi’ olarak devralagelmiştir. Bu sırdandır ki, Kur’ân, o tür insanların, “Biz, babalarımızdan böyle gördük ve onları böyle bulduk” dediklerini nakletmekle bu hakíkati ifâde eder. Yâni, onlar peygamberlere derlerdi ki: “Biz, bize öncülük eden ecdâdımıza tâbiiz; size îmân etmeyeceğiz.”
Demek, bu fikir ve düşünce, hür olmayıp belki kendileri gibi âciz, fakir, nisyân ile ma’lûl, mâhiyyeti naks ve kusûrdan yoğrulmuş ve ölüme mahkûm olan fânî bir beşerin bâtıl fikir ve düşüncesinin köleliğidir ve ona kulluğun bir ifâde şeklidir.
Sâlisen: Asrımızda hâkim olan ve el üstünde tutulan felsefî görüşler, acabâ şimdi yaşâyân insânların kendi hür ve fıtrî düşüncesi midir? Yoksa, bir mikroba, bir sineğe, bir karıncaya mağlûb olan âciz ve fânî bir beşerin asırlar önceki düşüncesi midir? Şimdi aklı başında ve kalbi yerinde olanlara soruyoruz: Bu fikir ve düşüncenin ilk sâhibi öldüğüne göre, bu fikir ve düşünce nasıl ayakta kalabilir ve bu fikir ve düşünce size nasıl saâdet getirebilir?
Siz ne derseniz deyin. Biz, ölüme mahkûm olmayan, ezelî ve ebedî olan ve her zamân diri olan bir Zât-ı Zülcelâl’in kelâm-ı ezelîsi olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ı dînliyoruz. O fermân-ı ahkem, bütün cin ve inse hıtâb ederek ma’nen der ki:
“Ey insânlar! Aklınızı başınıza alın, şerîr seleflerinize tâbi’ olmayın, kesin olarak onlar sizi aldatmıştır. Sizi kendi yerlerine fikirlerinin köleliğini yapmanız için bırakıp gitmişlerdir. Onlar, hak ve hakíkat, huzûr ve saâdet adına size mîrâs olarak hiçbir şey bırakmamışlardır. Sâdece bıraktıkları şey, şu anda bütün dünyânın huzûrsuzluğunun kaynağı ve üzerinde boğuştuğu içi kof, dışı süslü ‘kelime oyunları’ndan başka bir şey değildir.
“O şerîr selefleriniz olan ehl-i dalâlet, sizi bu kelime oyunlarıyla oyalayıp sınırlı olan ve onunla ebedî Cennet saâdetini kazanmak için Allah tarafından size verilen çok kıymetli zamânınızı heder ederek kendileriyle berâber sizi de Cehennem’e götürmek istiyorlar. Kur’ân’ın ifâdesiyle (A’râf, 39), âhirette de bütün mes’ûliyyeti size yükleyecekler ve bu sorumluluğu kabûl etmeyeceklerdir. Yine Kur’ân’ın ifâdesiyle (A’râf, 38), tâbi’ durumunda olan sizler, metbu’ durumunda olan şerîr selef ve yoldaşlarınıza ‘la’net’ edeceğiniz gün gelmeden, gelin hep berâber sım sıkı Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’a sarılın, yalnız ona tâbi’ olun ve içindeki ahkâmıyla amel edin, böylece saâdet-i dâreyne nâil olun. Çünkü, o, beşer kelâmı değildir.”
Bu girizgâhtan sonra, îmân ve küfür muvâzenesi çerçevesinde Nisâ sûresinin 150, 151 ve 152. âyetleri ile Beyyine sûresinin 6. âyet-i celîlesini tevfîk-i İlâhînin refîk olmasıyla tahlîl ve tefsîr etmek niyetiyle bu “Rumûzü’l-Kur’ân-3” adlı eserimizi kaleme aldık.
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bütün âyetleriyle mu’cize olup, bütün zamânların maddî ve ma’nevî yaralarına devâ olması hasebiyle mezkûr âyetlerin, hasseten asrımıza bakan ma’nevî vecihlerini ele alarak tefsîrini yaptık. İçinde bulunduğumuz asır âhirzamân olduğundan, enva-i çeşit küfür ve şirk sebebiyle âlem-i İslâmiyyet ve insâniyyetin en perîşân zamânını yaşadığı bir asırdır. Beşer âleminin dünyâ ve âhiretteki tek kurtuluşu ise, ancak “hablullâhi’l-metîn” olan “Kur’ân”a sım sıkı sarılmakla mümkündür. Kâinât kadar bu da’vâmızın delîlleri mevcûddur. Çünkü, bütün kâinât, vahdâniyyet-i İlâhiyyenin delîlleridir. Kur’ân da, o delâilin, vahdet-i İlâhiyyeye vech-i delâletlerini îzâh ve isbât etmekle insânlara Rabbini tavsîf eder; O’na kulluğun nasıl yapılacağını ve rızâsının ne şekilde kazanılacağını hâvî hakíkatlarını beyân eder.
İşte bu inanç ve mülâhâza ile mezkûr âyetlere mürâcaat ettik, bu âyât-ı celîleler de şu gelecek mühim hakíkat ve hükümleri ders vermekle bize râh-i hak olan “sırât-ı müstakím”i gösterdi. Şöyle ki:
a) Bütün peygamberlerin dîn-i hakíkísi “İslâm” iken; Yahûdî ve Hıristiyanlar, peygamberlere, husûsan Âhirzamân Peygamberi olan Hazret-i Muhammed (asm)’ın risâletine karşı “Yahûdîlik ve Hıristiyanlık” dînlerini ihdâs etmekle âlemde küfür ve şirkin yerleşmesine sebeb olmuşlar ve bu küfürden de vaz geçmemişlerdir.
b) Peygamberlerin bir kısmına îmân, bir kısmını inkâr eden Yahûdî ve Hıristiyanlar, kâfir olmuşlardır. Çünkü, onlar bu inançla, hakíkat-ı hâlde Allah’ı inkâr etmişlerdir.
c) Kur’ân nazarında Yahûdî ve Hıristiyanlar, gerçek ma’nâda kâfirdirler. Bilerek, kibirlenerek ve inad ederek bu dehşetli küfrü irtikâb ettiklerinden dolayı; Allah, onları azâb-ı mühîn ile cezâlandıracağını vaîdde bulunmuştur.
d) Bu gürûh-ı zâlimeye mukábil ehl-i îmân ise; hiçbirisinin arasını ayırmaksızın bütün peygamberlere birden îmân ederler ve îmânın ancak böyle gerçekleşeceğine inanırlar. Allah, böyle mü’minlerin mükâfatlarını ebedî Cennet’te vereceğini vaad etmiştir.
e) Kâfir olan ehl-i kitâb ve müşrikler, Cehennem ateşi içindedirler.
f)Onlar küfürleri sebebiyle o Cehennem’de ebedî olarak kalacaklardır.
g)Onlar, yine küfürleri sebebiyle “mahlûkátın en şerlileri”dirler.
İşte bunlar gibi ma’nâları ihtivâ eden Nisâ sûresinin 150, 151 ve 152. âyet-i kerîmeleri ile Beyyine sûresinin 6. âyet-i kerîmesinin tefsîri hükmündeki “Rumûzü’l-Kur’ân-3” adlı eserimizi kaleme aldık.
Sa’y u gayret ve niyet-i hâlise bizden, tevfîk ve hidâyet Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’dendir.
168 sayfa, ikinci hamur kâğıt, 13,5 x 19,5 cm ebadında, yaldızlı karton kapak. (Rahle Yayınları)