Muhammed Doğan
Âl-i İmran Suresi 64. âyetin tefsîri. Gizli bir zındıka komitesi tarafından fâsid te’villerle yanlış mânâ verilen Âl-i İmrân Suresinin 64. Âyeti müfessirîn-i izâma göre tefsir ve izah ediliyor. Bütün peygamberlerin ve semavî kitapların ittifak noktası olan “bir kelime”ye, yani “tevhid”i kabule davet. İşarî mana ile geleceğe ait bazı ihbarat-ı gaybiyye.
198 sayfa, şamua kâğıt, 13,5 x 19,5 cm ebadında, yaldızlı karton kapak. ISBN: 978-605-5620-20-2 (Rahle Yayınları)
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
(Gizli bir zındıka komitesi tarafından fâsid tevillerle yanlış mânâ verilen Âl-i İmrân Suresinin 64. âyetinin tefsiri. Bütün peygamberlerin ve semâvî kitapların ittifak noktası olan "bir kelime"ye, yani "tevhid"i kabule davet. İsârî mânâ ile geleceğe âit bazı ihbârat-ı gaybiyye.)
(Âli İmrân Sûresinin 64. Âyet-i Kerimesinin Müfessirîn-i İzâma Göre Tefsir ve İzâhı Hakkındadır)
قُلْ يَااَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ اَلَّا نَعْبُدَ اِلَّا اللّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِه شَيًْا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ فَاِنْ َلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِاَنَّا مُسْلِمُونَ
“Ey Rasûlüm! De ki: ‘Ey ehl-i kitâb denilen Yahûdî ve Hıristiyanlar! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir kelimeye, yâni benimle bütün peygamberlerin ortak da’vâsı olan İslâma ve İslâmın şiârı olan
لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ
kelime-i tevhîdine gelin! O kelime-i tevhîdin ma’nâsı da şudur: Ellah’dan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi şerîk koşmayalım ve Ellah’ı bırakıp da ba’zımız ba’zımızı rabler edinmesin.’
Eğer onlar İslâm dînini kabûl etmekten ve İslâm’ın şiârı olan
لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ
kelime-i tevhîdini tasdîk etmekten yüz çevirirlerse, işte o zamân onlara deyiniz ki: ‘Şâhid olun, bizler Müslümanlarız!’ ” (Âl-ı Îmrân 64) diye Cenabı Hak ferman ediyor.Ama bügün bu eyeti kerime fasid bir te’vil ile te’vil ederek hırıstiyan ve Yahudilerle aramızda Muhamd Rasulullah (S.A.V) demeksizin ittifak etmemiz gerektiğini ifade ediyorlar çünkü yaklaşık iki yüz elli seneden beri dünyâda dînsizliğe revâc veren ve temelde 300 kişiden oluşan ecnebî gizli bir komite, bâhusûs o gizli komitenin yetiştirdiği müsteşrî’kler (gayr-i müslimlerden tenkíd niyetiyle İslâm’ı ve Kur’ân’ı iyi araştıran kimseler) dîn-i mübîn-i İslâm’ı tahrîb etmek ve bin dört yüz seneden beri devâm edegelen Müslümanların i’tikádlarını bozmak için Kur’ân ve sünnet-i nebeviyyeyi, hattâ bu asırda Kur’ân ve sünnetten sonra en yüksek bir hüccet-i îmâniyye olan Risâle-i Nûru dahi fâsid te’vîllerle te’vîl etmektedirler.
Başta “Şâht” ve “Cold Tesihir” ve “Gaston Vit” olmak üzere ekseriyeti Yahûdî milletinden olan bu müsteşrî’klerin kitâbları, çeşitli hîlelerle Âlem-i İslâm içine sokulmuş ve hattâ Âlem-i İslâm’ın birçok ilim yuvalarında ve üniversitelerinde onların kitâbları asıl ders kitâbları olarak okutulmuş ve hâlâ da okutulmaktadır. Bu meyânda Âlem-i İslâm’da bu kitâbların te’sîri altında kalan ve zâhiren ilim adamı ve Müslüman gözüken birçok kimseler de yetiştirilmektedir.
O gizli zındıka komitesi, Kur’ân âyetlerini ve bir kısım ehâdîs-i nebeviyyeyi kendi hevâ-i nefislerine ve indî re’ylerine göre te’vîl etmekle Müslümanların inançlarını zedelemektedirler. Hâlbuki, Kur’ân’ın asıl iki büyük müfessiri vardır:
Birincisi: Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın yine kendisidir. Evet, Kur’ân’ın âyetleri, biribirini îzâh etmekte ve mücmel bir âyeti, başka bir âyet veyâ âyetler tafsîl ve tefsîr etmektedir. Kur’ân’ı Kur’ân’la îzâh ve tefsîr etmek; bir âyetteki icmâli diğer âyetteki tafsîlle îzâh etmek, müteşâbih olan âyetleri muhkem olan âyetlere göre ma’nâ etmek demektir.
İkincisi ise: Rasûl-i Ekrem (asm)’ın sünnet-i seniyyesidir. Evet, Zât-ı Risâlet (asm), risâleti haysiyyetiyle insânlara Kur’ân’ı açıklamış, âyetlerin hudûdlarını ta’yîn etmiş, böylece insânları muhtemel yanlış te’vîllere zehâb etmekten muhâfaza etmiştir. Rasûl-i Ekrem (asm), “teblîğ” vazîfesiyle mükellef olduğu gibi, “tebyîn” yâni Kur’ân âyetlerini açıklamakla da mükellefti. Rasûl-i Ekrem (asm)’ın bu vazîfesini, Kur’ân, gelecek âyet-i kerîme ile ifâde etmektedir:
اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَانُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“Sana öğüt verici Kur’ân’ı indirdik ki, insânlara ne indirildiğini beyân edesin ve onlar da düşünsünler diye.” (Nahl/44)
Rasûl-i Ekrem (asm) beş vakit namâzın nasıl kılınacağı, namâz vakitleri, zekât mikdârı, hac menâsiki gibi Kur’ân’da geçen bütün ahkâmı bizzât sünnetiyle îzâh etmiştir. Hem hadîs kitâblarında müstakil birer bölüm teşkîl eden “Kitâbü’t-Tefsîr” kısımlarından anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber (asm) Kur’ân âyetlerini tefsîr etmiştir. Bu sebeble, âyetleri, onu tefsîr eden hadîs-i şerîflere göre ma’nâ etmek gerekir.
Evet, Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mühim tefsîr kaynağı, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın sünnetidir. Zîrâ, sünnet-i nebeviyye, Kur’ân’ın umûmunu, husûsunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer husûslarını îzâh eder.
Hazret-i Peygamber (asm)’ın hadîslerinin muhâfız ve hâmîleri ise sahabe-i kirâm hazerâtıdır. Onlar da bu hadîsleri diğer insânlara ve kendilerinden sonraki asırlara sağlam bir senedle ulaştırmışlar ve ümmetin muhakkik âlimleri de bu emâneti onlardan almış ve yine sağlam bir an’ane ile kitâblara kaydetmişlerdir.
Bu sebeble, Kur’ân’ı yine Kur’ân’la ve hadîslerle ve fukahâ ve müfessirlerin sahabeden alarak bize ulaştırdığı esâsâtla îzâh etmek gerekir. Çünkü, onlar muhkemâtdır. Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeyi kendi re’yiyle tefsîr ve te’vîl etmek ise cürm-i azîmdir. Nitekim, Rasûl-i Ekrem (asm), bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır:
مَنْ فَسَّرَ الْقُرْاَنَ بِرَأْيِهِ فَقَدْ كَفَرَ
Meâli: “Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsîr ederse, kâfir olur.” (Yâni, her kim, Kur’ân ve hadîsin mufassalına ve icmâ-ı sahabe ve kıyâs-ı fukahâya dayanmadan, kendi hevâsına göre Kur’ân’a ma’nâ verirse; o kimse ehl-i küfür ve ehl-i dalâlet olur.)
Demek, Kur’ân’ın mücmel âyetlerini, başka yerde geçen mufassal âyetlerle îzâh ve ma’nâ etmek gerekir. Eğer o mücmel âyetleri îzâh eden başka âyetler zâhiren görünmüyorsa, bu defa Peygamberimiz (asm)’ın hadîsleriyle o mücmel âyetler îzâh edilmelidir. O mücmel âyetleri îzâh eden delîller, kitâb ve sünnette zâhiren görünmezse; bu defa başta sahabe-i kirâm olmak üzere icmâ-ı ulemâ ile o mücmel âyetler ma’nâ edilmelidir.
İslâmiyyeti tahrîf etmek için çalışan ve kökü ecnebî diyârında bulunan o zındıka komitesi, Kitâb ve Sünnetin mufassalını ve icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâyı mihenk yapmadan Kur’ân’ın ve ehâdîs-i nebeviyyenin ba’zı mücmel yerlerine yanlış ma’nâ verip, Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeyi tahrîf ve tebdîl etmeye çalışıyorlar.
O gizli zındıka komitesinin cereyânına kapılarak Kitâb ve Sünnetin mufassalına ve icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâya başvurmadan kendi re’y ve görüşlerine dayanarak Kur’ân’a ma’nâ vermek; bilhassa ma’nâları muhkem ve nass olan, yâni ma’nâsı açık olup te’vîl ve neshe kábil olmayan âyetlere kendi hevâsına göre ma’nâ vermek elbette küfürdür, dalâlettir. Çünkü, Hazret-i Muhammed (asm), âyât-ı Kur’âniyyeden murâd-ı İlâhî ne ise onu öylece anlamış ve o âyâtın ma’nâlarını sahabelerine o şekilde aktârmış, sahabe-i kirâm da o âyât-ı Kur’âniyyeyi veyâ ehâdîs-i nebeviyyeyi o şekliyle anlayıp insânlara teblîğ etmişlerdir.
O ma’nâlar, sahabe-i kirâmdan sonra gelen tâbiínler, müctehid ve ulemâ-i İslâm tarafından asırdan asra ve nesilden nesle sağlam bir an’ane ile aktârılmış ve böylece müctehidleriyle, âlimleriyle, evliyâ ve asfiyâlarıyla bütün ümmet-i Muhammed (asm), bu ma’nâları beyân edildiği tarzda kabûl edip dîn-i mübîn-i İslâm’ın temelini o ma’nâlar üzerine binâ etmişlerdir.
O muhkem ve nass olan âyetlere, bu azîm cemaatin verdikleri ma’nâ dışında bir ma’nâ vermek, ve mücmel olan âyetleri nass ve muhkem olan mufassal âyet ve hadîslere dayanmadan te’vîle kalkışmak, onların re’ylerini beğenmemektir ve bu kadar ulvî bir cemaate büyük bir ittihâmdır.
Demek, bu asırda Âlem-i İslâm içinde revâc bulan selef-i sâlihînin âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyeye âit te’vîl ve tefsîrlerine muhâlif fâsid te’vîller, o gizli zındıka komitesi tarafından Âlem-i İslâm içine atılmıştır. Müslümanlardan bir kısmı, bilmeyerek bu fâsid te’vîllere kapılıyorlar. Bir kısmına da cebren ve tehdîd edilerek bu fâsid te’vîller söylettiriliyor. Her iki durumda da böyle kimselerin arkasından gidilmez.
İşte, “Rumûzü’l-Kur’ân-4” adlı bu eserimizde o gizli zındıka komitesi tarafından fâsid te’vîllerle te’vîl edilen Âl-i Imrân sûresi 64. âyet-i kerîmesinin tefsîrini beyân ettik. Kur’ân’ın âyetlerine, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın hadîs-i şerîflerine, sahabe-i kirâm, müfessirîn-i izâm ve ulemâ-i İslâmın Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeden istinbât ettikleri re’ylerine bağlı kalarak bu âyetleri îzâh etmeye çalıştık. Çünkü, Hazret-i Peygamber (asm) bize iki şey bırakmıştır: Biri Kur’ân, diğeri sünnet-i nebeviyyedir.
Dînin bu iki esâsını bizlere açıklayan ise başta sahabe-i kirâm olmak üzere müctehidîn-i izâmın icmâı ile fukahâ-i İslâm’ın kıyâsıdır. Eğer bizler Kur’ân, Sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâyı rehber edinirsek; elbette o gizli komitenin fâsid te’vîllerine kapılmayız ve böylece o zındıka komitesinin plânı da akím kalır.
Şunu da belirtelim ki: Hıfz-ı Rabbânî altında olan Kur’ân ve onun tefsîri olan sünnet, ezelden gelmiş ve ebede gidecektir. Hiç kimsenin Kur’ân ve sünnetin gösterdiği ve müctehidîn-i izâm ve ulemâ-i İslâm’ın beyân ettiği dîn-i mübîn-i İslâm’ı bozmaya gücü yetmeyecektir.
Sa’y ü gayret bizden, tevfîk ve hidâyet Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’dendir.