Yahya Zekeriyagil
27 fasıl ve bir zeylden meydana gelen eserde, zekât farizasının delilleri ve bütün hükümleri dört mezhebe göre anlatılıyor. Zekâtı veren ve alan yönünden hikmetlerin kaydedildiği kitapta, kimlerin zekâtla mükellef olduğu, borçlunun durumu izah ediliyor.
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Cenab-ı Hak, Tevbe suresinin 34. ayet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
يَا اَيُّهَا الَّذينَ امَنُوا اِنَّ كَثيرًا مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَاْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبيلِ اللّهِ وَالَّذينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فى سَبيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَليمٍ
“Ey iman edenler! Ahbar ve ruhbanın çoğu (Resul-i Ekrem (a.s.m)’dan önce Peygamberlerinin dini olan İslam’ı tahrif edip muharref bir dini kabul edenler, Hazret-i Muhammed (a.s.m) geldikten sonra da Risalet-i Muhammediyeyi ve Kur’an’ı tasdik etmeyenler), gayr-ı meşru’ yol ile insanların mallarını yerler ve Ellah’ın yolundan insanları o mal ile men ederler. Onlar altın ve gümüşü iddihar edip onu Ellah yolunda infak etmezler. Belki Ellah’ın yolundan insanları men etmek için sarfederler. Onları (o ahbar ve ruhbanı), azab-ı elim ile müjdele!”
İşte bu ayet-i kerime bildiriyor ki; Yahudilerin din adamları, Hazret-i Musa (a.s)’dan sonra ve Hıristiyanların din adamları da Hazret-i İsa (a.s.)’dan sonra batıl yolla topladıkları servetleriyle hak dinlerini tahrif ve seddettikleri gibi; Kur’an geldikten sonra da yine topladıkları servetleriyle O’nun nurunu söndürmeye çalışıyorlar ve Ellah’ın yolu olan İslamiyet’e sed çekiyorlar. Bu sebeble Ellah (c.c), bu ayet-i kerimede “Ey iman edenler!” hitabı ile ehl-i imanı teyakkuza sevkedip dikkatlerini şu noktaya çekiyor:
Ahbar ve ruhbanın çoğu, insanları kandırıp çeşitli hile ve hud’alarla onların mallarını yiyorlar ve insanların servetlerini kendi ellerinde biriktiriyorlar. Fakat bu serveti, Ellah yolunda değil; belki tam aksine Ellah’ın yolundan insanları alıkoymak ve o yolu kapatmak için harcıyorlar. Bunlar zahirde din adamları ve güya Ellah’ın yoluna kendilerini vakfetmiş kimseler gibi gözüktükleri halde, böyle halkı idlal etmeleri ve nur-u İlahiyi söndürmeye çalışmaları ne kadar aciptir.
Evet tarihte görüyoruz ki; nice ahbar ve ruhban, bazı krallardan bile daha büyük servete sahip olmuşlardır. Şu anda da dünyanın ekser servet toplama vasıtalarının arkasında Yahudi hahamları ve Hıristiyan ruhbanları vardır. Başta “Kızılhaç” ve “Unesco” olmak üzere insanlardan bağışlar toplayan ekser örgütlerin ipleri de bunların elindedir ve dünyanın ekser serveti, onların elinde toplanmaktadır.
Onlar da bu serveti, ihdas ettikleri muharref ve batıl olan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerini dünyada hakim kılmak ve yeryüzünde, hak olan ve bütün semavi kitabların hakikatini taşıyan Kur’an’ın nurunu söndürmek için sarfetmektedirler. İşte bu ayet-i kerime, onların yüzlerindeki maskeyi düşürüp gerçek çehrelerini göstermekte ve yaptıkları planları bizlere bildirmektedir.
Bu ayetten anlaşılan şudur ki: Dünyadaki servet odaklarının ekserisinin başlarında Yahudi ahbarları ve Hıristiyan ruhbanları vardır ve ekser servet toplayan örgütler, bunların idaresi altındadır ve İslam’a ve bu mukaddes dinin mensublarına hücum eden devletleri dahi bunlar, sevk ve idare etmektedirler. Bütün bunların başında ise, dünya devletlerini idare eden ve 300 kişiden müteşekkil olan gizli bir zındıka komitesi vardır, bu gizli zındıka komitesinin reisi de onların bir din adamıdır. İşte Kur’an, bütün İslam alemini bu ayet-i kerime ile ikaz ediyor ve Yahudi ve Hıristiyan din adamları olan ahbar ve ruhbanların asıl yüzlerini görmelerini ve bu hususta uyanık olmalarını emrediyor.
O gizli zındıka komitesi, bütün dünyanın servetine el koyduğu gibi; Tevbe suresinin 60. ayet-i kerimesinde bizzat Ellah tarafından tesbit edilen sınıfların hakkı olan Müslümanların zekâtlarını da hile ve hud’a ile asıl masraf ve mecrasından saptırıp kendi amaçlarına hizmet edecek yerlere sarfetmekte ve bu konuda hummalı bir şekilde çalışmaktadır. Halbuki nass-ı Kur’an’la zekât, sekiz sınıfa taksim ve tahsis edilmiştir. Şöyle ki:
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“Farz ve vacib olan sadakalar, ancak ve ancak; fakr u zaruret içinde perişan olup malı olmayan fukaraya; ve sahib olduğu malları, kendisini zillet ve meskenetten kurtarmaya kifayet etmeyen miskinlere; ve devlet-i şer’iyye tarafından zekâtın ahaliden toplanması, muhafaza edilmesi ve dağıtılmasına me’mur edilen amillere; ve kalblerinin İslam’a ısındırılması istenilen müellefe-i kulublara; ve hürriyetlerine kavuşturmak için, bir mal mukabili azad edilmek üzere efendisiyle anlaşma yapan mükateb kölelere; ve helal yol ile borçlanıp, malı borcuna ve masraflarına kafi gelmeyen borçlulara; ve Kur’an’ı ve ahkam-ı İslamiyeyi hakim kılmak için cihad eden asakirin-i İslamiyeye; ve vatanlarından uzak düşüp elleri mallarına ulaşamadığı için yolda kalmış olan yolculara verilir.
Bu farz ve vacib olan sadakalar, yalnız zikredilen bu sekiz sınıfa mahsustur ve onların malıdır. Bunlardan gayrısına asla verilemez. Bu taksimat, hiçbir kimsenin müdahalesi olmadan doğrudan doğruya Ellah tarafından yapılmış bir farz ve takdirdir. Binaenaleyh herkesin bu taksime riayet etmesi vacibdir. Zira Ellahu Teala, her şeyi bildiği gibi bu zekâtın nerelere verileceğini dahi bilir ve her şeyi hikmetle yapıp, hikmetinin muktezasınca hükmettiği gibi zekâtın kimlere verileceği hususunda da hikmetinin muktezasınca hükmetmiştir.”
Demek bu taksimatı,
فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ
ifadesiyle Ellah (c.c), bizzat kendisi yapmış ve bu taksimatı Habib’ine dahi bırakmamıştır.
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz de zekâtın nerelere verileceğini beyan eden bu ayet-i kerimeyi pek çok hadis-i şerifiyle açıklamıştır. Mesela; Peygamber Efendimiz (s.a.v), Muaz bin Cebeli Yemene vâli olarak gönderdiği zaman, ona şu emri vermiştir:
"Onları Ellahtan başka ilâh olmadığına ve benim Ellahın Resulü olduğuma iman etmeye dâvet et. Eğer bu hususta sana itaat ederlerse; onlara, Cenâb-ı Ellahın kendilerine günde beş vakit namaz kılmalarını emrettiğini bildir. Eğer bu konuda da sana itaat ederlerse, Ellah’ın kendilerine mallarından zekât vermelerini farz kıldığını bildir. Zekât, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilir.”
Bu ve benzeri hadislerden de anlaşıldığı üzere zekât, ayet-i kerimede bildirilen sekiz sınıfın, bahusus fakirin hakkıdır. Başta sahabe-i kiram olmak üzere bütün müctehidin-i izam ve bütün ümmet, asr-ı saadetten bugüne kadar zekâtın bu sekiz sınıfın hakkı olduğu hususunda icma ve ittifak etmişler ve zekâtlarını bu sınıflara vermişlerdir. Fakat o gizli zındıka komitesinin emri altında çalışan “unesco” gibi bazı yardım kuruluşları, alem-i insaniyet ve İslamiyet’in hususan Türkiye’nin içindeki bazı örgütleri elde edip bütün vakıfları kendilerine bağlayarak, toplanan yardımların kendilerine ulaşmasını temin ettiler.
Mü’minlerden toplanan zekât, sadaka, teberruat, nezir ve kurbanları kendi arzu ve emellerine göre kullanarak, bütün petrollerimize el koydukları gibi bunlara da el koymaktadırlar. Alem-i İslam’da bir kısım ulema-i su’ dahi bu gizli örgütün ve bu gizli örgütün teşkil ettirdiği “unesco” nun te’siri altında kalarak zekâtın masrafıyla alakalı ayeti, gayr-ı meşru bir şekilde fasid te’villerle te’vil ederek, zekâtı başka bir mecraya sevketmek istiyorlar. Halbuki zekât, Kur’an-ı Kerim’in tesbit ettiği sekiz sınıfın hakkıdır. Ayetin te’vili gayr-ı kabildir. Müfessirin-i izam ve mezheb imamları ayet-i kerimeyi nasıl tefsir etmiş ise, hak odur.
O gizli örgütün tesiri altında kalan ulema-i su’ ise, başta kitab ve sünnete ve bunları izah eden icma ve kıyas-ı fukahaya muhalefet edip te’vilat-ı faside ile müstahak olmayan yerlere zekâtın verileceğini dava ediyorlar. Mesela; vakıflara, derneklere, örgütlere, cemiyetlere, cemaatlere, basın-yayın organlarına, camilere, medreselere, tekye ve dergahlara, okullara, Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, akaid gib şer’i ilimlerle meşgul olmayıp fen, felsefe ve san’atla meşgul olanlara zekât verileceğini iddia ediyorlar.
Halbuki zekâtın bu gibi yerlere verileceğini dava etmek, elbette büyük bir yanlıştır, vebal-i azimdir. Böyle bir yanlışı kabul etmek, şer’an mümkün olmadığı gibi; bu yanlışı içimize sokanın da o gizli zındıka komitesi olduğunu da bilmemiz gerekir. Hatta bugün Müslümanların zekât, sadaka, teberruat, nezir ve kurban gibi mali yardımlarının bir çoğu, hem İslam aleminde, hem de dış ülkelerde bulunan gayr-ı Müslimlerin çocuklarını okutmak ve yeni hürriyetine kavuşan ülkelerde demokrasinin yerleştirilmesi gibi meşru olmayan pek çok yerlere sarfedilmektedir. Alem-i İslam’da bu faaliyeti gösteren pek çok taife mevcuttur. Bu ise, alem-i insaniyet ve İslamiyet’i titretecek bir hadisedir.
Kur’an-ı Kerim, ehl-i imanın servetini, bahusus zekâtlarını batıl yolla gayr-ı meşru bir surette toplayan ve bununla iman ve Kur’an nurunu söndürmeye çalışan, insanları Ellah’ın yolu olan Hak Din İslamiyet’ten alıkoyan Yahudi ve Hıristiyanların ahbar ve ruhbanları, bahusus o zındıka komitesi ve bu komitenin tesiri altında kalan ulema-i su hakkında şöyle bir tehdidat-ı azimede bulunuyor:
يَوْمَ يُحْمى عَلَيْهَا فى نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هذَا مَا كَنَزْتُمْ لِاَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ
“O gün, o ahbar ve ruhbanın (Kur’an’dan evvel hakiki Tevrat ve İncil’i tahrif etmek için ve Kur’an geldikten sonra da Kur’an’ın nurunu söndürmek için iddihar ettikleri) servetlerinin üzerine Cehennem’in ateşi vaz’ edilerek bir ateş parçası haline getirilir. Onunla yüzleri, yanları ve sırtları dağlanır ve onlara “Bu, nefisleriniz için iddihar ettiğiniz servetinizdir. Onların azabını tadın” denir.”
İşte Kur’an-ı Hakim, ahbar ve ruhban hakkında bu kadar tehdidat-ı azime yaptığı halde, hala o cehennem ehli olanlarla dostluk yapmaya kalkışmak ve onların tesiri altında kalan ehl-i bid’a ve ulemau’s-suun, zekâtın sarfedileceği yerler konusunda vermiş oldukları yanlış fetva gibi pek çok batıl fetvalarına tabi olmak, elbette hak ve hakikat olan kitab, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahaya doğrudan doğruya bir muhalefet etmek ve şıkk-ı muhalifi iltizam etmektir.
Bizler bu eserimizde o gizli örgütün, zekâtın verileceği yerleri tesbit eden Tevbe suresinin 60. ayet-i kerimesi hakkında yaptığı fasid tevillerin ve yanlış yorumların önüne geçmek ve bu konuda ehl-i imanının inancını muhafaza etmek maksadıyla 1400 seneden beri bu ayet-i azime, nasıl tefsir edilmişse ve başta sahabe-i kiram olmak üzere müctehidin-i izam bu ayetten nasıl hüküm çıkarmışsa ve ümmet, bu ayet-i kerimenin hükmünü nasıl tatbik etmişse, bu konudaki nakilleri bir araya topladık. Bu konuda şahsi hiçbir fikir beyan etmedik.
Kitab, sünnet, müfessirin-i izam, müçtehidin-i kiram ne emir buyurmuşsa onu naklettik. Eserimiz, sadece bir araştırmadan ibarettir, şahsi re’yimiz mevcud değildir. Biz bu eseri haşa Müslümanları tenkid etmek için yazmadık. Belki başta Cenab-ı Hakkın rızasına nail olmak, Ellah’ın hakkını, sonra fakir ve zuafa-i Müsliminin hakkını muhafaza etmek, müstahak olmayan yerlere haklarının verilmesi suretiyle fakir ve miskinlere zulmedildiğini ifade etmek ve Ellah’ın bizzat tesbit buyurduğu sekiz sınıfın dışında kalan yerlere, mesela; vakıflara, derneklere, örgütlere, cemaatlere, cem’iyetlere, mescitlere, medreselere, tekyelere, dergahlara, okullara ve benzeri kurum ve kuruluşlara zekâtın verilemeyeceğini beyan etmek için bu eseri kaleme aldık.
Zira dört mezheb imamlarına göre; zekâtın rüknü temliktir. Temlik ise, mal sahibinin malından bir parçasını Ellah rızası için kendi mülkiyetinden çıkarıp müstahak olanlara teslim etmesi, hak sahiplerinin de o malı kabzedip kendi mülkiyetlerine geçirmesidir. Temlik şartı yerine gelmeyen bir zekât, şer’-i şerife göre geçersizdir. Bu nedenle temlik şartı gerçekleşmeyen yerlere zekât verilmez. Bu eserimizde ve bundan sonra çıkacak “Mesârifu’z-Zekât” adlı eserimizde zekâtın kimlere verileceğine dair tafsilatlı bilgi verilecektir.
Sa’y u gayret bizden, tevfik ve inayet Ellah’dandır.
380 sayfa, şamua kâğıt, 13,5 x 19,5 cm ebadında, yaldızlı karton kapak. (Rahle Yayınları)