Bediüzzaman Said Nursî / Şârih: Muhammed Doğan
Osmanlı Devletinin son yıllarında, hem devletin hem de İslâm âleminin yeniden toparlanıp ayağa kalkması için hazırlanan kurtuluş reçetesi. Hürriyet, meşrutiyet, demokrasi gibi mefhumların kitap ve sünnet ölçülerine göre değerlendirilmesi.
Beşeriyyetin ekseriyyetle bozulduğu ve hak dîn olan İslâmiyyetin hakíkatinin álemde neredeyse tamâmen ortadan kalktığı Âhirzamânda, kaynağı semâvî olan ve adına “Mehdiyyet” denen bir hidâyet cereyânı vardır. Bu kudsî cereyânın, her birinin de “Mehdî” denilen üç mümessili vardır. Bu hakíkata Bedîuzzamân Hazretleri şöyle işâret ediyor:
“Evet, bu zamân; hem îmân ve dîn için, hem hayât-ı ictimâıyye ve şerîat için, hem hukúk-ı ámme ve siyâset-i İslâmiyye için gáyet ehemmiyyetli birer müceddid ister.”[1]
Birinci Mehdî, hakáik-ı îmâniyyenin mehdîsidir. Vazífe-i ma‘neviyyesi takrîben yüz sene devâm eden bu birinci Mehdî’nin yapmış olduğu vazífe, diğer iki Mehdî’nin vazífelerine nisbeten çok daha ehemmiyyetlidir.
Peygamber Efendimiz (sav)’in, “Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i dîn gönderir”[2] meâlindeki اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ االْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا د۪ينَهَا Hadîs-i Şerîfinin sırrına mazhar olan, Bedîuzzamân Saíd Nursî Hazretleri, Âhirzamândaki Mehdiyyet cereyânının Birinci Mehdî’si olarak İslâmiyetin îmân, akíde sâhasında tecdîd vazífesiyle tavzíf edilmiş bir müceddiddir. Ulûm-i dîniyyenin menbaı olan Kur’ân, Sünnet, icmâ-ı ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ çerçevesinde kaleme aldığı, ekseriyyet-i mutlaka ile ilhâma mazhar olduğu eserleri de; esâs i‘tibâriyle mehdiyyet cereyânının diğer mümessillerine bir program olarak hâzırlanmıştır.3
O kudsî cereyânın mümessillerinden İkinci Mehdî ise; Álem-i İslâmı zülumâttan nûra çıkaracak ve Álem-i İslâmın ittihâdını te’mîn ederek şeáir-i İslâmiyyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyyeyi bütün Álem-i İslâmda tatbîk edecek olan zâttır. Hâkimiyyet devresi takrîben 40 sene sürecek olan bu İkinci Mehdî’nin hâkimiyyetinin son zamânlarında Hz. Ísâ (as) nüzûl edecektir.4
İşte, şu şerhini yapacağımız “Münâzarât” isimli eser. İkinci Mehdî devrinde gerçekleşecek şura-yı şer‘í sistemini, zuhûrundan bir asır önceki şartlarda yaşayan insânlara anlatmaktadır.
O cereyânın üçüncü mümessili olan Üçüncü Mehdî ise; Hz. Ísâ (as) ile birleşerek ve Kur’ân’a tâbi‘ olan Álem-i Nasrâniyyeti de arkasına alarak ahkâm-ı Kur’âniyyeyi ve şeáir-i İslâmiyyeyi bütün dünyâya hâkim edecektir. Bu zâtın hâkimiyyeti de takrîben 40 senedir (age).
Ümmetin içine düşürüldüğü perîşânlığı Elláh’ın izniyle ortadan kaldıracak olan bu Mehdiyyet cereyânının mümessili olan üç zâta da “Mehdî” denir. Yalnız, “Mehdî-yi Âhirzamân” denildiği vakit, İkinci Mehdî kasd edilmektedir. Zâten “Münâzarât” isimli eserin asıl muhátabı da bu İkinci Mehdî ve nûrânî cemâatidir. Eserin ders verildiği Kürd aşîretleri ve o günkü Osmânlı Devleti záhirî muhátabdır, Birinci Mehdî’nin tecdîd-i îmân vazífesi gören eserleri ve ciddî okuyucuları ise işârî muhátabdır.
İkinci ve Üçüncü Mehdî’nin yapacağı vazífeler her ne kadar efkâr-ı umûmiyyede daha şa‘şaalı ve büyük görülüyorsa da, hakíkat noktasında Birinci Mehdî’nin yaptığı îmân vazífesi daha kıymetli ve ehemmiyyetlidir. 5
İşte o kıymetli ve ehemmiyyetli vazífeyı bi-hakkın yerine getiren Bedîuzzamân Hazretleri, eserlerinde dâimâ sevâd-ı a‘zama ittibâın lâzım olduğunu ve istikámetin ancak Ehl-i Sünnet ve Cemâat Mezhebini rehber kılınakla mümkün olacağını beyân buyurmuştur. Ve bu hakíkati şu, “Ehl-i Sünnet ve Cemâat olan ehl-i hak mezhebini karârgâh, yap ve Kur’ân-ı Mu‘cizü’l-Beyânın muhkemât kal‘asına gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap, selâmeti bul”6vecîz cümlesiyle ifâde ederek okuyanları dâimâ hakka ve hakíkata irşâd etmiştir.
Fakat, Mîlâdî 20. asırda insânlığın ve bi’l-hássa Müslümânların ma‘rûz bırakıldığı dehşetli dîn tahrîbâtı sebebiyle zihinler İslâmın esâslarına yabancı kaldığı için, bu zâtın eserleri de, dünyevi efkârın te’sîri ile yorumlanarak murâd edilen ma‘nâ-yı maksúdun dışında rûh-i şerîattan uzak olarak anlaşılmaya başlanmıştır. Kitâb ve Sünnet kaynak gösterilerek o eserleri açıklamak gerekirken, felsefenin tasallutu ile bulanan zihinler tarafından yanlış yorumlandığından, bi’l-hássa Risâle-i Nûr’un Hayât-ı İctimâıyye-i İslâmiyyeye dâir kısımları, Ehl-i Sünnet ve Cemâatin akíde ve ameldeki esâsâtına muhálif bir şekilde anlaşılmıştır. Bu eserlerin ba‘zı okuyucuları arasında da bu yanlış efkâr devâm ettirilmektedir. Üstâd’ın en çok yanlış anlaşılan eserlerinden birisi de, “Eski Saíd” devresinde kaleme aldığı “Münâzarât”tır.
Te’lîfinden yıllar sonra bu eserine bakan Bedîuzzamân Hazretlerinin şu mektûbu, Münâzarât’ın şerhine duyulan ihtiyâca güzel bir örnektir. Üstâd bu eseri için diyor ki:
“بِسْمِهِ سُبْحَانَهُ
“Te’lîfinden otuz dört sene sonra, Münâzarât nâmındaki esere baktım. Gördüm ki, Eski Saíd’in o zamândaki inkılâbdan ve o muhîtten ve te’sîrât-ı háriciyyeden neş’et eden bir hâlet-i rûhiyyeyle yazdığı bu gibi eserlerinde hatíât var. O kusúrât ve hatíâtımdan bütün kuvvetimle istiğfâr ediyorum ve o hatíâttan nedâmet ediyorum. Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden niyâzım odur ki, ehl-i îmânın me’yûsiyyetlerini izâle niyyetiyle ettiği hatíât, hüsn-i niyyetine bağışlansın, afv edilsin.
“Eski Saíd’in bu gibi eserlerinde iki esâs-ı mühim hükm ediyor: O iki esâsın hakíkatleri vardır. Fakat, ehl-i velâyetin keşfiyyâtı te’vîlât ve ru’yâ-yı sádıkanın te‘vîle muhtâc oldukları gibi, o hiss-i kable’l-vukúun dahi, daha ince ta‘bîrlere lüzûmu varken; Eski Saíd’in o hiss-i kable’l-vukúyla hiss ettiği ve iki hakíkatin te’vîlsiz, ta‘bîrsiz bir súrette beyânı, kısmen kusúrlu ve kısmen hılâf görünüyor.
“Birinci esâs: Ehl-i îmânın me’yûsiyyetine karşı, ‘İstikbâlde bir nûr var’ diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kable’l-vukúyla Risâle-i Nûr’un istikbâlde, dehşetli bir zamânda, çok ehl-i imânın îmânlarını takviye edip kurtarmasını hiss edip o adese ile Hürriyyet inkılâbındaki siyâset dâirelerine bakmış. Ta‘bîrsiz, te’vîlsiz tatbîka çalışmış; siyâset ve kuvvet ve kemmiyyet noktasında zann etmiş. Doğru hiss etmiş, fakat tam doğru diyememiş.
“İkinci esâs: Eski Saíd, ba‘zı dâhî siyâsî insânlar ve hárika edîblerin hiss ettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdâdı hiss edip ona karşı cebhe almışlardı. O hiss-i kable’l-vukú‘ ta‘bîr ve te’vîle muhtâc iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismi bir istibdâd görüp ona karşı hücûm gösteriyorlardı. Hâlbuki, onlara dehşet veren, bir zamân sonra gelecek olan istibdâdların zayıf bir gölgesini asıl zann ederek öyle davranmışlar, öyle beyân etmişler. Maksad doğru. fakat hedef‘ hatá...
“İşte, Eski Saíd de, eski zamânda böyle acîb bir istibdâdı hiss etmiş. Ba‘zı âsârında, ona hücûmla beyânâtı var. O müdhiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşrûta-i meşrûayı bir vâsıta-yi necât görüyordu. Ve hürriyyet-i şer‘ıyye, Kur’ân’ın ahkâmı dâiresindeki meşveretle o müdhiş musíbeti def‘ eder diye düşünüp öylece çalışmış.
“Evet, zamân gösterdi ki, hürriyyetperver nâmını alan bir devletin, o istikbâlde gelen istibdâdın bir nümûnesi olarak, üç yüz müstebid me’mûrlarıyla, üç yüz milyon Hindistân’ı, üç yüz seneden beri, üç yüz adam gibi kolay bağlayıp deprenmeyecek derecede ıstibdâd altına alarak, eşedd-i zulmü a‘zamî bir derecede, ya‘nî birisinin hatásıyla binler adamı tecziye etmek olan kánûn-i müstebidânesineinzıbât ve adâlet nâmını vermiş; dünyâyı aldatmış, âteşe vermiş.
“Münâzarât nâmındaki eserde, ba‘zı latífe súretinde ba‘zı kayıdlar, hâşiyecikler bulunur. O eski zamân te’lîfinde zarîfü’t-tab‘ talebelerine bir mülâtafe nev‘ındendir. Çünkü, onlar, o dağlarda berâberindeydiler. Onlara ders súretinde beyân ediyormuş. Hem bu Münâzarât risâlesinin rûhu ve esâsı hükmünde olan hátimesmdekı Medresetü’zZehrâ hakíkatı ise, istikbâlde çıkacak olan Risâle-i Nâr’a bir beşik, bir zemîn izhâr etmek idi ki, bilmediği, ihtiyârsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kable’l-vukúyla o nûrânî hakíkati bir maddî súrette arıyordu. Sonra o hakíkatin maddî ciheti dahi vücûda gelmeye başladı.
“Sultán Reşâd, 19 bin altın lirayı Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehrâ’ya verdi, temel atıldı. Fakat, sâbık Harb-i Umûmî çıktı, geri kaldı.”7
Osmânlı Devletinin son yıllarında tek kişinin hâkimiyyeti ma‘nâsındaki saltanatın değiştirilerek meclise ehemmiyyet veren meşrûtıyyet sistemine geçilmesinden hâsıl olan çalkantılı devrede kaleme alınan “Münâzarât”, esâsta tam bir “şer‘í devlet” şeklini ifâdeye çalışmaktadır. “Devlet, halîfe, meclis” gibi mefhûmların İslâm dînindeki ıstılâhî ma‘nâlarını nazara veren Bedîuzzamân, tamâmen fıkıh esâslarına dayanarak bu mefhûmlara açıklık getirmiş ve yanlış anlamalara meydân vermemeye gayret etmıştir. Lâkin, Âhirzamân Hadîselerinin şiddetle zuhûru sebebiyle sözleri o gün muhátabları tarafından anlaşılmamış, sonraları o sözlere sáhib çıkanların bir kısmı tarafından da yanlış anlaşılmıştır. Hâlâ bu kargaşa devâm etmektedir.
Osmânlının 1908’de ferdî istibdâd idâresinden meşrûtí sisteme geçmesi, o sistemin de kısa zamânda İttihâd ve Terakkí eliyle cem‘ıyyet istibdâdına dönmesi; arkasından Osmânlı Devletinin yıkılarak cumhûrî sistemin kurulması, kısa bir müddet sonra onun da dejenere edilerek yine cem‘ıyyet istibdâdının hortlatılması; daha sonra da çok partili demokratik sisteme geçildiğinin söylenmesi; bu arada sıkça yaşanan açık-kapalı ihtilâller ve anayasa değişiklikleri gibi üç çeyrek asra sıkışan dehşetli inkılâblar sebebiyle Müslümân milletin zihinlerınin allak-bullak edilmesi yüzünden hakíkatin anlaşılması iyice zorlaşmıştır. Münâzarât’taki ifâdelerin doğru anlaşılmasına mâni‘ olan mefhûmlardan “demokrasi” hakkında bu “Mukaddeme”de kısa bir bilgi verilmesi îcâb etmektedir.
Lügat ma‘nâsı “hürriyyetçilik” olan “demokrasi” kelimesinin ıstılâhî yönüyle iki ta‘rîfi yapılmıştır. Bu beşerî sistemi takrîben 2000 sene evvel ihdâs eden Yunan feylesoflanndan Aristo, Sokrat ve Eflatun’a göre ta‘rîfi şöyledir.
“İnsânın hîç bir kánûn altına girmeden, kendi aklınca dilediği gibi hareket etmesi gerektiğini ileri süren bir rejimdir. Ya‘nî, insânın ne beşerî kánûnları, ne de İlâhî kánûnları dinlemeden kendi hevâ ve hevesine göre, herhangi bir baskı altında kalmadan ve başkasını da baskı altına almadan yaşaması gerektiğini ileri süren bir rejimdir.”
Bugünün feylesoflarının kabûl ettikleri “demokrasi” ta‘rîfi ise şöyledir:
“Demokrasi, halkın kendi kendisini idâre etmesidir. Ya‘nî, kendi idârecilerini kendisinin seçmesi ve kendilerini idâre edecek kánûnları da kendilerinm çıkarmalarıdır.”
Demokrasi sisteminin dayandığı ana esâs ise, dînin devlete kesinlikle karışamamasıdır. Ne İslâma ve ne de herhangi bir bâtıl dîne dayalı bir devlet kurulabilir. Dîn “İlâhî”, demokrasi ise “beşerî” olduğundan; gerçek dîni inanç sáhibleri, demokrasiyi kendi inançlarına göre “yanlış” kabûl etmektedirler.
Dînleri kendi sistemine karıştırmayan, o ma‘nâda onlara aslâ hürriyyet vermeyen demokrasi; dînlere muhálefet ederek, kadınlara sınırsız hürriyet tanımayı da ana esâsları arasında saymaktadır. Çıplaklık meşrû‘ sayıldığı gibi, zinâ da suç kabûl edilmemektedir.
Şerîatın mîrâs hukúku da geçerli sayılmamaktadır.
Şerîat nâmına yazı yazmayı yasaklayan demokrasi sistemi, onun dışında basın-yayına sınırsız hürriyyet vermektedir.
Dînin ana prensiplerini çiğneyenlere verilen şer‘í cezâları da kabûl etmeyen demokrasi, “insân hakları” mefhûmunu sû-i isti‘mâl ederek insânların dîne aykırı yaşamasına hâmîlik etmektedir.
Bu sarâhate rağmen, nedense günümüz Müslümânları “şerîata göre devlet sistemi” için yazılmış “Münâzarât” isimli eserdeki ifâdeleri “demokrasi” sistemine de tatbîk etme yanlışını işlemektedirler. Okundukça görülecektir ki, bu şerh, bu tür yanlış anlamaların da önüne geçme niyyetiyle kaleme alınmıştır.
Eserin şerhine geçmeden önce, müellifin çokça kullandığı temel mefhûmlar hakkında kısa bir bilgi verilmesinde fayda vardır. Yeri geldikçe şerhde tekrâr edilecek bu mefhûmlardan “devlet ve idâresi” ile ilgili olanlara kısaca bakacağız. Yalnız şu noktaya dikkat gerekir: Bedîuzzamân Hazretleri 1910’da bu bilgileri verirken, sâdece Osmânlı Devletini değil, bütün İslâm álemini düşünerek konuşmuştur. Dâru’l-İslâm’da devlete karşı silâhlı hareket câiz olmadığından, ancak ilimle iknâ‘ yolunun açık olduğunu eserleriyle bi’l-fiil göstermiştir.
Müslümânların dîn ve dünyâya áid işlerini İslâm dîninin emir ve yasaklarına uygun bir şekilde yapabilmelerini te’mîn ve kontrol eden siyâsî teşekküle “devlet” denir. O teşkilâtın başındaki idâreci şahsa da “halîfe” unvânı verilmiştir. İslâm fukahâsı, devlet ve hılâfetle ilgili bütün hükümleri Kitâb ve Sünnetten tesbît etmişlerdir. Bu müctehid ulemâ, ‘“Ümmet için aynı ânda iki halîfe olamaz”8 demek súretiyle, İslâm áleminde iki ayrı idâreci ve dolayısıyla da iki ayrı devlet olamayacağında ittifâk etmişlerdir. Bu fikre muhálefet eden dîn álimi de çıkmamıştır.
Bu hükümlerden anlaşılıyor ki: İslâm áleminde şerîat-ı garrânın hâkim olduğu yerde “tek devlet” vardır, ve onun başında da şer‘í şartlan taşıyan ve bütün ümmetin kendisine itáat etmesi farz olan “tek halîfe” bulunur. Ta‘rîfi yapılan bu İslâm devletinin hâkimiyyet sâhasında coğrafî hudûd olamayacağından, her Müslümân o devletın her yerine serbestçe gidebilir. Devlet içinde eyâlet vâlîlerinin idâresine verilen “eyâlet hudûdları” bulunmakla berâber, bunlar ümmetin işlerinin daha râhat görülebilmesi için konulmuş idârî taksîmâttan ibârettir.
Halîfe olma şartları
Adına “halîfe” veyâ “imâm-ı a‘zam” da denilen devlet reîsinin o makáma gelebilmesi için aşağıdaki şartları hâiz olması gerekir. Bu şartları fukahâ şöyle tesbît etmiştir:
“1 - Tam bir velâyete sáhib olmak (Müslümân, hür, erkek, ákil ve bâliğ olmak).
“2- Adâlet (kebâiri işlememek, sagáire de devâm etmemek).
"3- İlim (vazífesine giren bütün işleri şer‘í kaynaklardan çıkarabilecek bir müctehid olmak).
“4- A‘zá ve havâsta selâmet (Devlet işlerini görmeye mâni‘ maddî sakatlığı olmamak).
“5- Re’y sáhibi (Devlet idâresini yürütecek fikir ve tecrübe sáhibi olmak).
“6- Şecâat (Düşmânla harb ve ümmeti muhâfaza husúsunda cesârete mâlik olmak).
“7- Kureyşî olmak (Neseb bakımından Kureyş soyundan olmak).” “El-Eimmetü min Kureyş”9 Hadîs-i Şerîfi ile bu sâbittir.10
Halîfenin vazífeleri
Bu şartları taşıyan bir halîfenin vazífeleri de fıkıh kitâblarında şöyle tesbît edilmiştir:
“1 - İcmâ-ı ümmete uygun olarak dîni muhafaza etmek. Dînde şübhesi olanlara ve bid‘at ehline dînin hakíkatını delîllerle açıklamak; yanlışta devâm edenlere gerekli şer‘í cezâları tatbîk etmek.
“2- İhtilâflarda ve nizâ‘larda zulmü önlemek için dînin ahkâmını tatbîk etmek.
“3- İslâm devletinin sınırlan içindeki raıyyetin mal, cân, nâmûs ve her türlü yol emniyyetini te’mîn etmek.
“4- Şerîatın katl, zinâ, içki, yol kesme vb suçlara verdiği had cezâlarının uygulanmasında titizlik göstermek.
“5- Müslümânların ve himâyelerindeki zimmîlerin mallarına ve cânlarına kasd ederek dîni ortadan kaldırmaya teşebbüste bulunan düşmânlara karşı harb hâzırlığı yapmak, kaleler ve engeller inşâ ettirmek.
“6- İslâmiyyetin hakkániyyetini yeryüzünde hâkim kılmak için da‘vette bulunarak, o kimseler Müslümân olana veyâ haraç vermeyi kabûl edene kadar cihâd etmek.
“7- Zulüm ve tahakküm yapmadan Müslümân zengînlerden zekâtı, zimmîlerden cizyeyi, harbî kâfirlerden de ganîmeti toplamak.
“8- İhtiyâcı olanlara devlet hazînesinden ádilâne vermek.
“9- Devlet işlerine emîn ve ehliyyetli kişileri ta‘yîn etmek.
“10- Üzerine düşen devlet işlerini bi’z-zât görmek.”11
Halîfenin seçimi
İslâm fukahâsı, halîfenin seçilmesi işini farz-ı kifâye bir emir olarak tesbît etmişlerdir. Bu farz-ı kifâyeyi icrâ edecek, ya‘nî halîfeyi seçecek hey’ete ise “ehl-i hall ü akd” denir. Bu hey’et hem halîfeyi seçer, hem şûrâ meclisinde vazífe yapacak meb‘úsları seçebilir.
“Müslim, hür, mükellef, mürüvvet sáhibi, inançları sağlam” kimseler arasından tercîh edilen ehl-i hall ü akd mensûblarının şu üç şartı taşınıaları gerekir:
“1- Adâlet (büyük günâhları işlememek, küçük günâhlara devâm etmemek).
“2- İlim (halîfede aranan şer‘í şartları bilmeye yetecek kadar dînî ilim sáhibi olmak).
“3- Re’y ü hikmet (halîfe adaylarından hangisinin devlet işlerini idâreye muktedir olduğunu anlayabilecek kadar ferâsetli ve tecrübeli olmak)”12
Şu şartları taşıyan bir Müslümân kadın da “seçmen” olabilir; ama gerek hılâfete ve gerekse meclise seçilemez.
Seçim şekli
İslâm devletinde halîfenin seçimi de iki tarzda olur:
“1- Seçme şartlarını taşıyan ulemâ ve i‘tibârlı Müslümânlardan müteşekkil ehl-i hall ü akd, kendi tesbît edecekleri halîfe adayını bi’z-zât kendileri seçer. Herhangi bir şahıs kendi kendisini hılâfete aday gösteremez, gösterse redd edilir.
“2- Eski halîfenin aday göstermesiyle olur. Ancak, bu adayın yine ehl-i hall ü akd tarafından tasdîk edilmesi gerekir.”13
Halîfenin azli
Bir halîfe şu iki sebeble vazífesinden azl edilebilir:
“1- İnancmda bozukluk meydâna gelmesi veyâ şâhidli isbâtlı bir kebâiri işlemesi veyâ sagáirde ısrâr etmesi.
“2- Devlet işlerini göremeyecek kadar aklî ve bedenî sakatlığa ma‘rûz kalması.”14
Bunlar olmadığı müddetçe, bütün Müslümânların halîfeye itáati ve yardım etmesi farzdır.
İslâm’da devlet sistemi esâsta şûrâya dayandığı için, halîfenin, dîn ve dünyâ işlerinde doğru icrâat yapmasına yardımcı olmak üzere bir meclis bulunur. Halîfeyi seçme işinde re’ylerine mürâcaat edilen “ehl-i hall ü akd”, ya‘nî ulemâ ve Müslümânların eşrâfından teşekkül etmiş bir istişâre meclisi vardır. Kitâb ve Sünnete dayanan, kebâiri terk eden, sagáire devâm etmeyenlerden müteşekkil olan bu meşveret meclisinde ağırlık dîn ulemâsında olur. Devletin dîn ve dünyâ ile ilgili bütün mes’eleleri bu şûrâ-yı şer‘ıyyeye danışılır, icrâatların kesinlikle Kitâb ve Sünnete ve dünyevî tedbîrlere uygun olmasına bakılır. İcrâ salâhiyyeti ise halîfeye ve devlet işlerindeki yardımcılarına áiddir.15
Devlet işlerinde halîfenin en büyük yardımcıları, “vezîrler” ve “emîrler” olarak iki ana sınıftır. Vezîrler de kendi sâhalarında şöyle ikiye ayrılırlar:
“1- Vüzerât-ı Tefvîz,
“2- Vüzerât-ı Tenfîz.”16
Vüzerât-ı Tefvîz
Halîfelik makámından sonra devletin en mühim icrâ yeri olan “Vüzerât-ı Tefvîz”, üç istisnâsı dışında halîfenin bütün yetkilerine, ya‘nî “velâyet-i ámme”ye sáhibdir. Halîfenin bütün yetkilerine sáhib olan “Vüzerât-ı Tefvîz”, sâdece şu üç icrâatı yapamaz:
“1- Kendi yerine veliahd ta‘yîn edemez.
“2- Kendisinin azlini isteyemez.
“3- Halîfenin ta‘yîn ettiği me’mûru azl edemez.”17
“Kureyşî” olma maddesi dışında, halîfe olmada gerekli olan şu altı şart, “Vüzerât-ı Tefvîz” için de gereklidir:
“1 - Velâyet-i tâmme.
“2- Adâlet.
“3- İlim.
“4- A‘zá ve havâsta selâmet.
“5- Re’y sáhibi.
“6- Şecâat.”18
Tefvîz vezîrinin ayrıca, “kendisine tevdî‘ edilen harb ve haraç işlerinde teferruátlı bilgi sáhibi olması” da gereklidir.
Vüzerât-ı Tenfîz
Mertebe i‘tibârıyla Vüzerât-ı Tefvîz’den daha aşağıda olan “Vüzerât-ı Tenfîz” için şu yedi şart aranır:
“1- Emânet: Kendisine verilen işlerde emîn olması.
“2- Doğru sözlülük: Sözlerine ve verdiği haberlere i‘timâd edilir olması.
“3- Tama‘kâr olmamak: Dünyâ hırsı sebebiyle rüşvet hastalığına yakalanmaması.
“4- Şahsí düşmânlarıyla bile güzel geçinmesi, hukúklarına tecâvüz etmemesi.
“5- Erkek olması.
“6- Zekâ ve anlayış sáhibi olması.
“7- Hevâ ehli olmamak: Nefsine ve arzûlarına uyarak yanlış yapmaması.”
Ayrıca, halîfenin kendisine vereceği vazífe sâhasında tecrübe ve ihtisâs sáhibi de olmalıdır.19
Tenfîz vezîrinde “hür, Müslim, müctehid, harb ve haraç işlerinde bilgili olma” şartları aranmaz. Gayr-ı Müslim zimmîler ve köleler de bu vazífeye ta‘yîn edilebildiği için, Bedîuzzamân Hazretleri “Münâzarât” içinde bu hükme atıf yapan beyânlarda bulunmuştur.
Vüzerât-ı Tenfîz şu işleri yapamaz:
“1- Mahkemelere karışamaz.
“2- Vâlîleri ta‘yîn edemez.
“3- Harb ve ordu işlerine bakamaz.
“4- Devlet hazînesine mal toplama veyâ oradan harcama işleriyle ilgilenemez.”
Sâdece kendilerine halîfenin verdiği emirleri yerine getirirler, bir de kendilerine halktan intikál eden mes’eleleri halîfeye iletirler.20
Emâret-i ámme
Vezîrlerin háricinde halîfenin en büyük yardımcıları “emîrler” sınıfıdır. “Emâret” veyâ “velâyet” ismi verilen bu “vâlîlik” sınıfı da ikiye ayrılır:
“1- Emâret-i ámme.
“2- Emâret-i hássa.”
Eyâletterin idâresini üstlenen vâlîlere “Emâret-i ámme” denir.
Eyâlet vâlîleri de aynen vüzerât-ı tefvîz gibi şu şartları taşırlar:
“1- Hür olmak.
“2- Müslim olmak.
“3- Müctehid olmak.
“4- Harb ve haraç işlerinde bilgili olmak.”
Eyâlet vâlîleri, kendi hudûdları içinde halîfe nâmına şu yedi vazífeyi yaparlar:
“1- Askerî işleri düzenlemek.
“2- Ahkâm-ı şer‘ıyyeye bakmak, kádí ve idârecileri ta‘yîn etmek.
“3- Müslümânlardan zekâtı, zimmîlerden cizyeyi toplamak ve hak sáhiblerine dağıtmak.
“4- Dîni muhâfaza etmek ve bid‘atlara müsâade etmemek.
“5- Şer‘í hadleri icrâ etmek.
“6- Cum‘a ve cemâat namâzlarını bi’z-zât kıldırmak veyâ kıldıracak vazífeli ta‘yîn etmek.
“7- Eyâletteki Müslümânların haccı edâlarını kolaylaştırmak.”
Eğer eyâleti düşmân sınırında ise, halîfenin emir ve müsâadesini alarak cihâd eder, ganîmetleri paylaştırır.
Emâret-i hássa
Devlet içindeki küçük vilâyetleri idâre edecek özel vâlîlere “emâret-i hássa” denir. Özel vâlîlerin durumu bir bakıma vüzerât-ı tenfîze benzer; onlar için aranan şartlar, emâret-i hássa için de geçerlidir:
“1- Emânet.
“2- Doğru sözlülük.
“3- Tama‘kâr olmamak.
“4- Düşmânlarıyla bile güzel geçinmek.
“5- Erkek olmak.
“6- Zekâ ve anlayış sáhibi olmak.
“7- Hevâ ehli olmamak.”
Özel vâlîlerde ayrıca iki şart daha gerekli görülmüştür:
“1- Hür olmak.
“2- Müslümân olmak.”
“3- Müslümânlardan zekâtı, zimmîlerden cizyeyi toplamak ve hak sáhiblerine dağıtmak.
“4- Dîni muhâfaza etmek ve bid‘atlara müsâade etmemek.
“5- Şer‘í hadleri icrâ etmek.
“6- Cum‘a ve cemâat namâzlarını bi’z-zât kıldırmak veyâ kıldıracak vazífeli ta‘yîn etmek.
“7- Eyâletteki Müslümânların haccı edâlarını kolaylaştırmak.”
Özel vâlîlerin vazífesi ise sâdece şunlardır:
“1- Ordu işlerini ta‘kíb etmek.
“2- Halkın idâresini görmek.
“3- Toprakların muhâfazasını gözetmek.”
Özel vâlîlerin “ahkâm-ı şer‘ıyyeye karışma, haraç ve zekâtları toplayıp dağıtma” yetkileri yoktur.21
İşte, Bedîuzzamân Hazretleri, asırların biriktirdiği ve yanlış icrâatJarın kalınlaştırdığı hurâfeleri dağıtarak Kitâb ve Sünnetten “devlet ve idâresi” ile ilgili doğru bilgileri ortaya çıkarmıştır. “Münâzarât” isimli eserinin muhtevâsını Doğudaki Kürd aşîretlerine ders verirken, “meşrûtıyyet-i meşrûa” adına söylediklerini hep bu İslâmî çerçevenin içinde kalarak ifâde etmiştir.
Günümüzde ise ekser insânlar bu İslâmî hükümleri bilmediği için, “Münâzarât” içinde anlatılan hakíkatlerin “demokrasi” veyâ başka bir beşerî sistemin esâslarıyla açıklandığını görüyoruz. Kitâb ve Sünnete dayanmayan böyle açıklamalar ise Kur’ân hakíkatlerine karşı işlenmiş bir cinâyet mesâbesindedir. Zâten bu şerhin hâzırlanma sebeblerinden mühim birisi de, bu ehliyetsiz ellerin tahrîfât ve tahrîbâtına yol vermemektir.
Elinizdeki bu şerhte, İslâm ulemâsının an‘anevî “şerh” âdâbına uygun olarak sayfaların üst kısımlarına eserin aslı “metin” başlığı ile aynen alınmış; aynı sayfaların alt kısımlarına ise “şerh” başlığı ile asıl metnin şerhi yazılmıştır.
Te’sîr-i hakíkíyi Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve kudretinden bekliyoruz ...
2 Hâkim, Müstedrek; Ebû Dâvûd, Kitâb-ı Sünen; Beyhekí, Şuab-ı Îmân.
3 Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 259; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 9.
4 El-İşâa li-Eşrâti’s-Sâat, s. 98-99.
5 Kastamonu Lâhikası, s. 189.
6 Lem‘alar, 13. Lem‘a, s. 78.
7 Kastamonu Lâhikası, s. 72-74.
8 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 37.
9 El-Ehâdîsü’l-Muhtára, c. 6, s. 143.
10 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 31-32.
11 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 52-54.
12 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 30-31.
13 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 32-40.
14 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 55-62.
15 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, s. 436-441.
16 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 63-64.
17 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 69.
18 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 31-32.
19 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 70-73.
20 Ahkâm-ı Sultániyye, Mâverdî, s. 73.
21 İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, s. 459.