Muhammed Doğan (Molla Muhammed el-Kersî)
Mâide Sûresinin 51-56. âyetleri, Bakara Sûresinin 285. âyet-i kerîmesi, Nisâ Sûresinin 150-152. âyetleri, Beyyine Sûresinin 6. âyet-i kerîmesi, Âl-i İmran Sûresinin 64. âyet-i kerîmesi ve Bakara Sûresinin 62. âyet-i kerîmesinin tefsir edildiği eser, ağırlıklı olarak Hz. Peygamber (asm) Efendimizin risâletini kabul etmeyenlerin İslâm inancındaki yerini ele alıyor.
Önceki yıllarda beş kitap halinde neşredilen, Yahudi ve Hıristiyanlarla yakınlaşmanın şer’î ölçülerle incelendiği eserler, “Dinler arası diyalog, hoşgörü” gibi sloganlarla İslâm itikadını bozmaya çalışan bir tâifenin hışmına uğramıştı. Eserlerin müellifi ile yayıncıları ve bazı okuyucuları hapse atılmıştı.
Bu eser iki bölümden meydana gelmektedir. Birinci Bölüm’de “Risâlet-i Muhammediye’nin (asm) umûmiyeti”; İkinci Bölümde ise “Mâide Sûresi’nin 5l-56. âyet-i kerîmelerinin asrımıza bakan vücûh-i i’câzı” anlatılmaktadır. Eser baştan sona dikkatlice tedkîk edildiğinde görüleceği üzere, bu bahisleri ele almaktaki ve bu âyât-ı Kur’âniyeyi tefsîr etmekteki maksadımız sâdece ve sâdece marziyyât-ı İlâhiyeyi ve Kur’ânî hakìkatlerin vech-i i’câzını beyân içindir. Yoksa ne dâhilde, ne hâriçte herhangi bir örgütün, hizbin, ırkın, kavmin, şahısların, devletlerin lehinde ve aleyhinde olmak için yazılmamıştır. Âyet-i kerimelere bakıldığında, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın günümüzdeki dehşetli fitnelerden haber verdiği görülecektir. Beşer târihinin hiçbir devresinde bu kadar dehşetli fitneler zuhûr etmediği gibi, hiçbir târihte de mü’minler arasında bu kadar kitleler hâlinde irtidat hâdisesi vukù bulmamıştır. Bu eser, işte böylesine dehşetli bir zamanda, Kur’ân’ın mü’minleri uyandıran ve bu desîselere kapılmalarına mâni’ olan ezelî âyâtını, onları nasıl teyakkuza da’vet ettiğini göstermek maksadıyla kaleme alınmıştır. Âyet-i kerîmelere, başta İbn-i Abbâs (ra) olmak üzere eski müfessirîn-i izâmın ve Üstâd Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin verdiği ölçüler dışında ma’nâ verilmemiş ve akìde imâmlarının görüşlerinin dışına çıkılmamıştır. Şahsî fikir yoktur. Müfessirîn-i izâmdan, akîde imâmlarından ve sâir ulemâ-i İslâm’dan alınan ders, harfi harfine aksettirilmiştir. Müslümanların dehşetli zulümlere ma’rûz kaldığı ve türlü desîselerle ve plânlarla îmânlarına hücûm edildiği bir zamanda, Kur’ân-ı Mübîn’in mü’minlere ümîd ve tesellî verdiği ve zaferle müjdelediği âyet-i kerîmelerini hatırlatmayı da elzem bulduk. Şu husûsun altını çizerek belirtmek isteriz ki, dâr-ı İslâm’da ve dâhilde kalem ve ilim ile mücâhede câiz, silâh ve kılıçla cihâd ise câiz değildir. Sa’y u gayret bizden tevfîk Allahu Azîmüşşân’dandır.
Kur’ân-ı Azîmüşşân, bütün zamânlara ve o zamânlarda yaşayan nev-i beşerin maddî ve ma’nevî bütün ihtiyâclarına kâfî ve vâfî derecede hakíkatbahş envârını neşretmiş ve ediyor. Her zamân olduğu gibi, bu âhir zamânın en dehşetli ve fitneli devrinde Kur’ân’ın o envârına daha ziyâde ihtiyâc vardır. Zîrâ, bütün peygamberlerin, şerrinden Allah’a sığındıkları bu âhir zamân fitnesinde bizler, ancak doğrudan doğruya Kur’ân’a istinâd etmek ile îmân ve i’tikádımızı muhâfaza edebilir ve o îmân senedi ile ebedî Cehennem’den kurtulup sermedî bir Cennet’i, bâkí bir mülkü ve dâimî bir saltanatı kazanabiliriz. Evet, şu fesâd-ı ümmet zamânında diyâr-ı ecânibden gizli bir zındıka komitesi vâsıtasıyla Âlem-i İslâm’ın içine atılan binlerce bâtıl ve hurâfe i’tikádlar sebebiyle îmânı tehlikeye düşen ve küllî ve dehşetli tahrîbâta ve rahnelere ve yaralara ma’rûz kalan; ve “Bir kurtarıcı yok mu?” deyip kendi derdine devâ arayan mü’minlere, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, semâvî yüksek hıtâbıyla, “Ey insânlar ve ey ehl-i dalâletin bâtıl efkârı sebebiyle îmânı za’fa uğrayan mü’minler! Umutsuz olmayın. Her derde bir devâ, her ye’se bir recâ ve her zulmete bir ziyâyı bende bulabilirsiniz. Zîrâ, hak ve hakíkat, huzûr ve saâdet, âsâyiş ve adâlet benim elimdedir, bütün zulümât benim neşrettiğim envâr sâyesinde dağılabilir ve bütün müşkiller ancak benimle halledilir. Dünyâ ve âhiret saâdetini te’mîn etmek husûsunda beyân ettiğim ahkâm cihetinde bana denk ve emsâl olacak dünyâda başka hiçbir kitâb yoktur. Çünkü, ben, ezel ve ebed sultânı olan bir Zât-ı Akdesin ‘Âlemlerin Rabbi’ unvânıyla bir fermânıyım” diye ma’nen hıtâb ediyor. İşte, dünyâ ve âhiret saâdetinin yegâne sebebi olan îmân ve i’tikádımızı muhâfaza etmek için Kur’ân’ın bu ma’nevî çağrısına Lebbeyk deyip icâbet etmekten başka bir yol bulunmadığını bilen bizler, Kur’ân’ın eczâhâne-i kübrâsına mürâcaat ettik ve onun bir şems-i tâbân gibi tulû’ eden envârı altına girmeye çalıştık. Tâ ki, o ehl-i dalâletin neşrettiği küfür ve küfrândan hâsıl olan yaralarımızı Kur’ân’dan alınan o devâlarla tedâvî edelim ve Âlem-i İslâm’ın semâsını bir zulmet gibi kaplayan küfür ve şirk bulutlarını Kur’ân güneşiyle izâle edelim. Bu meyanda Bakara Sûresi’nin 285. âyet-i kerîmesine mürâcaat ettik ve bu âyet-i kerîmenin hazînesinde, gelecek ma’nevî mücevherâtın var olduğunu müşâhede ettik: 1) Makbûl ve geçerli îmânın nasıl olacağı; 2) Îmânın bir küll olup aslâ tecezzî ve inkısâm kabûl etmediği; dolayısıyla îmânın bir cüz’ünü inkâr, hepsini inkâr hükmüne geçtiği; 3) Îmân husûsunda peygamberlerin arasını tefrîk etmenin mümkün olmadığı; bütün peygamberlere, husûsan Âhir Zamân Peygamberi Hazret-i Muhammed (asm)’a îmânın şart ve zarûrî olduğu; 4) Risâlet-i Muhammediyye (asm), umûmî olduğundan onun risâletini kabûl etmeyen Yahûdî ve Hıristiyanların gerçek ehl-i küfür oldukları ve ebedî olarak Cehennem’de kalacakları; 5) Bütün mü’minlerin îmân ve teslîmiyyet husûsunda Hazret-i Peygamberden aslâ ayrılmayıp Kur’ân’ın bütün hükümlerine birden inandıkları; 6) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’ın, Kur’ân’daki temel vasıfları olan “İşittik ve itâat ettik” diyerek o Rasûl (asm)’a tam bir teslîmiyyetle bağlı oldukları ve onun vâsıtasıyla gelen bütün evâmir ve nevâhî-yi İlâhiyyeyi kabûl ettikleri ve kıyâmete kadar bu îmândan aslâ ayrılmadıkları; 7) Ümmet-i Muhammediyye (asm)’a mukábil ehl-i kitâb olan Yahûdî ve Hıristiyanların, peygamberlerinin Allah tarafından getirmiş olduğu hükümlere karşı “İşittik ve isyân ettik” diyerek peygamberlerine muhâlefet ettikleri ve böylece îmândan ayrıldıkları; 8) Ümmet-i Muhammed (asm)’ın Allah’a karşı devâmlı kendilerini kusûrlu gördükleri ve amelleriyle kibir ve ucbe girmedikleri; 9) Her şeyin Allah’dan gelip Allah’a rücû’ edeceği vb. gibi ma’nâları ihtivâ eden Bakara Sûresinin 285. âyet-i kerîmesinin tefsîrini siz mü’min kardeşlerimizle paylaşmak niyetiyle Allah’ın izniyle bu “Rumûzü’l-Kur’ân-2” adlı eserimizi kaleme aldık. Okuyucularımızdan “me’hazdaki kudsiyyet”e bakarak dikkatlice bu eserimizi mütâlea etmelerini hasseten ricâ ederiz. Sa’y u gayret ve niyet-i hâlisa bizden, tevfîk ve hidâyet Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’dendir
İnsan, maddî ve ma’nevî olmak üzere iki cihetten müteşekkildir. İnsanın maddî hayâtı, yemek, içmek ve havayı teneffüs etmek ile káim olduğu gibi, ma’nevî hayâtı da îmân ve ibâdet ile káimdir. Demek, insânı insân yapan ve insânı dünyâ ve âhirette hakíkí saâdet ve huzûra kavuşturan îmân ve ibâdettir. Îmân, fıtrîdir ve fıtrat-ı beşeriyye, îmân ile yoğrulmuştur. Zîrâ, insân, fıtraten gáyet âciz ve fakir yaratılmakla berâber; düşmanları ve emelleri kâinâtın her tarafına dal-budak salmış, kalb ve rûhun dâire-i ihtiyâcı ebede kadar uzanmış, hadsiz şeylerden müteessir olduğu gibi, nihâyetsiz şeylerden de mesrûr olacak bir câmiıyyette halk edilmiştir. O hâlde, bütün kâinâtı yed-i tasarrufunda tutamayan, insânın bu derin ve muhît maddî ve ma’nevî ihtiyâclarını yerine getiremez, onu idâre edemez; kendisi gibi âciz, muhtaç ve onun cinsinden olan pürşer beşer, aslâ bu kâinât kadar ma’nevî yükü deruhde edemez. Küfür ve inkâr ise, insânı bu câmiıyyet ve kábiliyyetten sukút ettirip en âciz, zaif, fakir ve perîşân bir mahlûk derekesine düşürür. Hazret-i Âdem (as)’dan bugüne kadar devâm eden beşer târihinde iki cereyân veyâ iki düşünce âlemde hükümfermâ olmuştur. Birincisi: Peygamberler vâsıtasıyla beşere gelen tevhîd-i İlâhî cereyân-ı nûrânîsidir. İkincisi: Peygamberlere tâbi’ olmayan, kendi akıllarıyla ve hevâ-i nefisleriyle beşere saâdet ve huzûru getirmeye çalışan ve bununla âlemde küfür ve şirk yolunu açan cereyân-ı zulmânîdir. Birinci cereyân olan peygamberler ve o peygamberlere hakíkí ma’nâda ittiba’ eden mü’minler tâifesi; dünyâda hakíkí hürriyyeti, hakíkí saâdeti ve hakíkí izzeti bulmuştur. Âhirette de o mü’minler, yüzleri ak olarak Rabb-i Rahîm’lerinin ebedî Cennet’ine ve bizzât “rü’yet-i cemâlullah”a müşerref olmakla ilânihâye ebedî hürriyyet, sonsuz saâdet ve nihâyetsiz izzete nâil olacaklardır. Zîrâ, insânı, yüksek âlet ve cihâzâtla techîz edilmiş mükemmel işleyen bir fabrika gibi kim yaratmış ise; o insânın hakíkí hürriyyet, saâdet ve izzetini de o te’mîn edebilir. O fabrika sâhibinin izin ve irâdesi olmadan kim o fabrikaya dışarıdan müdâhale ederse, o fabrikayı bozar, işleyişini durdurur, yaradılış gáye ve hedefini başka yönlere çevirir. Netîcede o yüksek cihâzâtı muattal bir duruma düşürerek asıl vazîfelerinden uzaklaştırmış olur. Fabrika sâhibi de, maksûd gáye ve hedef hâsıl olmadığından, o fabrikayı kırıp dağıtır. İşte insân, Hálık-ı kâinât tarafından yaratılmış mezkûr fabrika gibidir. O Zât-ı Kerîm, insânın hayâtıyla ilgili bütün nizâmâtı ve bütün ihtiyâcları hâvî reçete ve nizâmnâme denilen vahiyleri, peygamberler vâsıtasıyla insâna bildirmiştir. İnsân, hakíkí hürriyyet, saâdet ve izzeti ancak o vahiylerin mübelliğleri olan peygamberleri dinlemek ve onlara ittiba’ etmekle bulabilir ve rahat edebilir. Çünkü, insân, ancak peygamberlere tâbi’ olmakla Allah’a hakíkí ma’nâda kul olup beşerin fikir köleliğinden ve kulluğundan kurtulabilir. İkinci cereyân olan, akıllarına ve hevâ-i nefislerine dayanarak peygamberlere karşı isyân eden kâfirler ve müşrikler tâifesi ise; dünyâda hiçbir zamân hürriyyeti, izzeti ve hakíkí ma’nâda saâdeti bulamamışlardır. Şöyle ki: Evvelâ: Beşer önceden yoktu ki, ona âit fikri de olsun. Kendisi yoktan var edildiği gibi, fikri de ona sonradan başkası tarafından verilmiştir. Demek, fikir ni’meti onun malı değildir. O hâlde, fikri kim vermiş ise, o fikri O’nun izin ve irâdesi istikámetînde kullanmak lâzım ve elzemdir. Aksi hâlde, kendi nâmına kullanmış olduğundan, onu gasbetmiş olur. Sâniyen: Küfür ve şirk bir düşüncedir, bir fikirdir. Bu düşünce ve fikri ilk ihdâs eden şeytândır ve Allah ona, Hazret-i Âdem (as)’a secde etmesini emretmiş, o da isyân etmek sûretiyle kendisine âit düşüncesini ve fikrini ortaya koymuştur. İşte bütün ehl-i küfür ve şirkin ilk modelini şeytân teşkîl etmiş ve o küfür ve şirk, ondan teselsül yoluyla bugüne kadar şekil ve sûret değiştirerek gelmiştir. O hâlde, dünyâ târihinde ehl-i küfür ve şirkin hür bir irâde ve düşünceleri yoktur. Çünkü, bir sonraki bir öncekinden o düşünceyi körü körüne tâbi’ olarak devralagelmiştir. Bu sırdandır ki, Kur’ân, o tür insanların, “Biz, babalarımızdan böyle gördük ve onları böyle bulduk” dediklerini nakletmekle bu hakíkati ifâde eder. Yâni, onlar peygamberlere derlerdi ki: “Biz, bize öncülük eden ecdâdımıza tâbiiz; size îmân etmeyeceğiz.” Demek, bu fikir ve düşünce, hür olmayıp belki kendileri gibi âciz, fakir, nisyân ile ma’lûl, mâhiyyeti naks ve kusûrdan yoğrulmuş ve ölüme mahkûm olan fânî bir beşerin bâtıl fikir ve düşüncesinin köleliğidir ve ona kulluğun bir ifâde şeklidir. Sâlisen: Asrımızda hâkim olan ve el üstünde tutulan felsefî görüşler, acabâ şimdi yaşâyân insânların kendi hür ve fıtrî düşüncesi midir? Yoksa, bir mikroba, bir sineğe, bir karıncaya mağlûb olan âciz ve fânî bir beşerin asırlar önceki düşüncesi midir? Şimdi aklı başında ve kalbi yerinde olanlara soruyoruz: Bu fikir ve düşüncenin ilk sâhibi öldüğüne göre, bu fikir ve düşünce nasıl ayakta kalabilir ve bu fikir ve düşünce size nasıl saâdet getirebilir? Siz ne derseniz deyin. Biz, ölüme mahkûm olmayan, ezelî ve ebedî olan ve her zamân diri olan bir Zât-ı Zülcelâl’in kelâm-ı ezelîsi olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ı dînliyoruz. O fermân-ı ahkem, bütün cin ve inse hıtâb ederek ma’nen der ki: “Ey insânlar! Aklınızı başınıza alın, şerîr seleflerinize tâbi’ olmayın, kesin olarak onlar sizi aldatmıştır. Sizi kendi yerlerine fikirlerinin köleliğini yapmanız için bırakıp gitmişlerdir. Onlar, hak ve hakíkat, huzûr ve saâdet adına size mîrâs olarak hiçbir şey bırakmamışlardır. Sâdece bıraktıkları şey, şu anda bütün dünyânın huzûrsuzluğunun kaynağı ve üzerinde boğuştuğu içi kof, dışı süslü ‘kelime oyunları’ndan başka bir şey değildir. “O şerîr selefleriniz olan ehl-i dalâlet, sizi bu kelime oyunlarıyla oyalayıp sınırlı olan ve onunla ebedî Cennet saâdetini kazanmak için Allah tarafından size verilen çok kıymetli zamânınızı heder ederek kendileriyle berâber sizi de Cehennem’e götürmek istiyorlar. Kur’ân’ın ifâdesiyle (A’râf, 39), âhirette de bütün mes’ûliyyeti size yükleyecekler ve bu sorumluluğu kabûl etmeyeceklerdir. Yine Kur’ân’ın ifâdesiyle (A’râf, 38), tâbi’ durumunda olan sizler, metbu’ durumunda olan şerîr selef ve yoldaşlarınıza ‘la’net’ edeceğiniz gün gelmeden, gelin hep berâber sım sıkı Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’a sarılın, yalnız ona tâbi’ olun ve içindeki ahkâmıyla amel edin, böylece saâdet-i dâreyne nâil olun. Çünkü, o, beşer kelâmı değildir.” Bu girizgâhtan sonra, îmân ve küfür muvâzenesi çerçevesinde Nisâ sûresinin 150, 151 ve 152. âyetleri ile Beyyine sûresinin 6. âyet-i celîlesini tevfîk-i İlâhînin refîk olmasıyla tahlîl ve tefsîr etmek niyetiyle bu “Rumûzü’l-Kur’ân-3” adlı eserimizi kaleme aldık. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, bütün âyetleriyle mu’cize olup, bütün zamânların maddî ve ma’nevî yaralarına devâ olması hasebiyle mezkûr âyetlerin, hasseten asrımıza bakan ma’nevî vecihlerini ele alarak tefsîrini yaptık. İçinde bulunduğumuz asır âhirzamân olduğundan, enva-i çeşit küfür ve şirk sebebiyle âlem-i İslâmiyyet ve insâniyyetin en perîşân zamânını yaşadığı bir asırdır. Beşer âleminin dünyâ ve âhiretteki tek kurtuluşu ise, ancak “hablullâhi’l-metîn” olan “Kur’ân”a sım sıkı sarılmakla mümkündür. Kâinât kadar bu da’vâmızın delîlleri mevcûddur. Çünkü, bütün kâinât, vahdâniyyet-i İlâhiyyenin delîlleridir. Kur’ân da, o delâilin, vahdet-i İlâhiyyeye vech-i delâletlerini îzâh ve isbât etmekle insânlara Rabbini tavsîf eder; O’na kulluğun nasıl yapılacağını ve rızâsının ne şekilde kazanılacağını hâvî hakíkatlarını beyân eder. İşte bu inanç ve mülâhâzâ ile mezkûr âyetlere mürâcaat ettik, bu âyât-ı celîleler de şu gelecek mühim hakíkat ve hükümleri ders vermekle bize râh-i hak olan “sırât-ı müstakím”i gösterdi. Şöyle ki: a) Bütün peygamberlerin dîn-i hakíkísi “İslâm” iken; Yahûdî ve Hıristiyanlar, peygamberlere, husûsan Âhirzamân Peygamberi olan Hazret-i Muhammed (asm)’ın risâletine karşı “Yahûdîlik ve Hıristiyanlık” dînlerini ihdâs etmekle âlemde küfür ve şirkin yerleşmesine sebeb olmuşlar ve bu küfürden de vaz geçmemişlerdir. b) Peygamberlerin bir kısmına îmân, bir kısmını inkâr eden Yahûdî ve Hıristiyanlar, kâfir olmuşlardır. Çünkü, onlar bu inançla, hakíkat-ı hâlde Allah’ı inkâr etmişlerdir. c) Kur’ân nazarında Yahûdî ve Hıristiyanlar, gerçek ma’nâda kâfirdirler. Bilerek, kibirlenerek ve inad ederek bu dehşetli küfrü irtikâb ettiklerinden dolayı; Allah, onları azâb-ı mühîn ile cezâlandıracağını vaîdde bulunmuştur. d) Bu gürûh-ı zâlimeye mukábil ehl-i îmân ise; hiçbirisinin arasını ayırmaksızın bütün peygamberlere birden îmân ederler ve îmânın ancak böyle gerçekleşeceğine inanırlar. Allah, böyle mü’minlerin mükâfatlarını ebedî Cennet’te vereceğini vaad etmiştir. e) Kâfir olan ehl-i kitâb ve müşrikler, Cehennem ateşi içindedirler. f)Onlar küfürleri sebebiyle o Cehennem’de ebedî olarak kalacaklardır. g)Onlar, yine küfürleri sebebiyle “mahlûkátın en şerlileri”dirler. İşte bunlar gibi ma’nâları ihtivâ eden Nisâ sûresinin 150, 151 ve 152. âyet-i kerîmeleri ile Beyyine sûresinin 6. âyet-i kerîmesinin tefsîri hükmündeki “Rumûzü’l-Kur’ân-3” adlı eserimizi kaleme aldık. Sa’y u gayret ve niyet-i hâlise bizden, tevfîk ve hidâyet Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’dendir.
“Ey Rasûlüm! De ki: ‘Ey ehl-i kitâb denilen Yahûdî ve Hıristiyanlar! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir kelimeye, yâni benimle bütün peygamberlerin ortak da’vâsı olan İslâma ve İslâmın şiârı olan لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ kelime-i tevhîdine gelin! O kelime-i tevhîdin ma’nâsı da şudur: Allah’dan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi şerîk koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da ba’zımız ba’zımızı rabler edinmesin.’ Eğer onlar İslâm dînini kabûl etmekten ve İslâm’ın şiârı olan لَا اِلَهَ اِلَّا اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ kelime-i tevhîdini tasdîk etmekten yüz çevirirlerse, işte o zamân onlara deyiniz ki: ‘Şâhid olun, bizler Müslümanlarız!’ ” (Âl-ı Îmrân 64) diye Cenabı Hak ferman ediyor.Ama bügün bu eyeti kerime fasid bir te’vil ile te’vil ederek hırıstiyan ve Yahudilerle aramızda Muhamd Rasulullah (S.A.V) demeksizin ittifak etmemiz gerektiğini ifade ediyorlar çünkü yaklaşık iki yüz elli seneden beri dünyâda dînsizliğe revâc veren ve temelde 300 kişiden oluşan ecnebî gizli bir komite, bâhusûs o gizli komitenin yetiştirdiği müsteşrî’kler (gayr-i müslimlerden tenkíd niyetiyle İslâm’ı ve Kur’ân’ı iyi araştıran kimseler) dîn-i mübîn-i İslâm’ı tahrîb etmek ve bin dört yüz seneden beri devâm edegelen Müslümanların i’tikádlarını bozmak için Kur’ân ve sünnet-i nebeviyyeyi, hattâ bu asırda Kur’ân ve sünnetten sonra en yüksek bir hüccet-i îmâniyye olan Risâle-i Nûru dahi fâsid te’vîllerle te’vîl etmektedirler. Başta “Şâht” ve “Cold Tesihir” ve “Gaston Vit” olmak üzere ekseriyeti Yahûdî milletinden olan bu müsteşrî’klerin kitâbları, çeşitli hîlelerle Âlem-i İslâm içine sokulmuş ve hattâ Âlem-i İslâm’ın birçok ilim yuvalarında ve üniversitelerinde onların kitâbları asıl ders kitâbları olarak okutulmuş ve hâlâ da okutulmaktadır. Bu meyânda Âlem-i İslâm’da bu kitâbların te’sîri altında kalan ve zâhiren ilim adamı ve Müslüman gözüken birçok kimseler de yetiştirilmektedir. O gizli zındıka komitesi, Kur’ân âyetlerini ve bir kısım ehâdîs-i nebeviyyeyi kendi hevâ-i nefislerine ve indî re’ylerine göre te’vîl etmekle Müslümanların inançlarını zedelemektedirler. Hâlbuki, Kur’ân’ın asıl iki büyük müfessiri vardır: Birincisi: Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın yine kendisidir. Evet, Kur’ân’ın âyetleri, biribirini îzâh etmekte ve mücmel bir âyeti, başka bir âyet veyâ âyetler tafsîl ve tefsîr etmektedir. Kur’ân’ı Kur’ân’la îzâh ve tefsîr etmek; bir âyetteki icmâli diğer âyetteki tafsîlle îzâh etmek, müteşâbih olan âyetleri muhkem olan âyetlere göre ma’nâ etmek demektir. İkincisi ise: Rasûl-i Ekrem (asm)’ın sünnet-i seniyyesidir. Evet, Zât-ı Risâlet (asm), risâleti haysiyyetiyle insânlara Kur’ân’ı açıklamış, âyetlerin hudûdlarını ta’yîn etmiş, böylece insânları muhtemel yanlış te’vîllere zehâb etmekten muhâfaza etmiştir. Rasûl-i Ekrem (asm), “teblîğ” vazîfesiyle mükellef olduğu gibi, “tebyîn” yâni Kur’ân âyetlerini açıklamakla da mükellefti. Rasûl-i Ekrem (asm)’ın bu vazîfesini, Kur’ân, gelecek âyet-i kerîme ile ifâde etmektedir:اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَانُزِّلَ اِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ “Sana öğüt verici Kur’ân’ı indirdik ki, insânlara ne indirildiğini beyân edesin ve onlar da düşünsünler diye.” (Nahl/44) Rasûl-i Ekrem (asm) beş vakit namâzın nasıl kılınacağı, namâz vakitleri, zekât mikdârı, hac menâsiki gibi Kur’ân’da geçen bütün ahkâmı bizzât sünnetiyle îzâh etmiştir. Hem hadîs kitâblarında müstakil birer bölüm teşkîl eden “Kitâbü’t-Tefsîr” kısımlarından anlaşıldığına göre, Hazret-i Peygamber (asm) Kur’ân âyetlerini tefsîr etmiştir. Bu sebeble, âyetleri, onu tefsîr eden hadîs-i şerîflere göre ma’nâ etmek gerekir. Evet, Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mühim tefsîr kaynağı, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın sünnetidir. Zîrâ, sünnet-i nebeviyye, Kur’ân’ın umûmunu, husûsunu, mutlak ve mukayyedini, nâsih ve mensûhunu ve diğer husûslarını îzâh eder. Hazret-i Peygamber (asm)’ın hadîslerinin muhâfız ve hâmîleri ise sahabe-i kirâm hazerâtıdır. Onlar da bu hadîsleri diğer insânlara ve kendilerinden sonraki asırlara sağlam bir senedle ulaştırmışlar ve ümmetin muhakkik âlimleri de bu emâneti onlardan almış ve yine sağlam bir an’ane ile kitâblara kaydetmişlerdir. Bu sebeble, Kur’ân’ı yine Kur’ân’la ve hadîslerle ve fukahâ ve müfessirlerin sahabeden alarak bize ulaştırdığı esâsâtla îzâh etmek gerekir. Çünkü, onlar muhkemâtdır. Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeyi kendi re’yiyle tefsîr ve te’vîl etmek ise cürm-i azîmdir. Nitekim, Rasûl-i Ekrem (asm), bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmaktadır: مَنْ فَسَّرَ الْقُرْاَنَ بِرَأْيِهِ فَقَدْ كَفَرَ Meâli: “Kim Kur’ân’ı kendi re’yiyle tefsîr ederse, kâfir olur.” (Yâni, her kim, Kur’ân ve hadîsin mufassalına ve icmâ-ı sahabe ve kıyâs-ı fukahâya dayanmadan, kendi hevâsına göre Kur’ân’a ma’nâ verirse; o kimse ehl-i küfür ve ehl-i dalâlet olur.) Demek, Kur’ân’ın mücmel âyetlerini, başka yerde geçen mufassal âyetlerle îzâh ve ma’nâ etmek gerekir. Eğer o mücmel âyetleri îzâh eden başka âyetler zâhiren görünmüyorsa, bu defa Peygamberimiz (asm)’ın hadîsleriyle o mücmel âyetler îzâh edilmelidir. O mücmel âyetleri îzâh eden delîller, kitâb ve sünnette zâhiren görünmezse; bu defa başta sahabe-i kirâm olmak üzere icmâ-ı ulemâ ile o mücmel âyetler ma’nâ edilmelidir. İslâmiyyeti tahrîf etmek için çalışan ve kökü ecnebî diyârında bulunan o zındıka komitesi, Kitâb ve Sünnetin mufassalını ve icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâyı mihenk yapmadan Kur’ân’ın ve ehâdîs-i nebeviyyenin ba’zı mücmel yerlerine yanlış ma’nâ verip, Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeyi tahrîf ve tebdîl etmeye çalışıyorlar. O gizli zındıka komitesinin cereyânına kapılarak Kitâb ve Sünnetin mufassalına ve icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâya başvurmadan kendi re’y ve görüşlerine dayanarak Kur’ân’a ma’nâ vermek; bilhassa ma’nâları muhkem ve nass olan, yâni ma’nâsı açık olup te’vîl ve neshe kábil olmayan âyetlere kendi hevâsına göre ma’nâ vermek elbette küfürdür, dalâlettir. Çünkü, Hazret-i Muhammed (asm), âyât-ı Kur’âniyyeden murâd-ı İlâhî ne ise onu öylece anlamış ve o âyâtın ma’nâlarını sahabelerine o şekilde aktârmış, sahabe-i kirâm da o âyât-ı Kur’âniyyeyi veyâ ehâdîs-i nebeviyyeyi o şekliyle anlayıp insânlara teblîğ etmişlerdir. O ma’nâlar, sahabe-i kirâmdan sonra gelen tâbiínler, müctehid ve ulemâ-i İslâm tarafından asırdan asra ve nesilden nesle sağlam bir an’ane ile aktârılmış ve böylece müctehidleriyle, âlimleriyle, evliyâ ve asfiyâlarıyla bütün ümmet-i Muhammed (asm), bu ma’nâları beyân edildiği tarzda kabûl edip dîn-i mübîn-i İslâm’ın temelini o ma’nâlar üzerine binâ etmişlerdir. O muhkem ve nass olan âyetlere, bu azîm cemaatin verdikleri ma’nâ dışında bir ma’nâ vermek, ve mücmel olan âyetleri nass ve muhkem olan mufassal âyet ve hadîslere dayanmadan te’vîle kalkışmak, onların re’ylerini beğenmemektir ve bu kadar ulvî bir cemaate büyük bir ittihâmdır. Demek, bu asırda Âlem-i İslâm içinde revâc bulan selef-i sâlihînin âyât-ı Kur’âniyye ve ehâdîs-i nebeviyyeye âit te’vîl ve tefsîrlerine muhâlif fâsid te’vîller, o gizli zındıka komitesi tarafından Âlem-i İslâm içine atılmıştır. Müslümanlardan bir kısmı, bilmeyerek bu fâsid te’vîllere kapılıyorlar. Bir kısmına da cebren ve tehdîd edilerek bu fâsid te’vîller söylettiriliyor. Her iki durumda da böyle kimselerin arkasından gidilmez. İşte, “Rumûzü’l-Kur’ân-4” adlı bu eserimizde o gizli zındıka komitesi tarafından fâsid te’vîllerle te’vîl edilen Âl-i Imrân sûresi 64. âyet-i kerîmesinin tefsîrini beyân ettik. Kur’ân’ın âyetlerine, Rasûl-i Ekrem (asm)’ın hadîs-i şerîflerine, sahabe-i kirâm, müfessirîn-i izâm ve ulemâ-i İslâmın Kur’ân ve ehâdîs-i nebeviyyeden istinbât ettikleri re’ylerine bağlı kalarak bu âyetleri îzâh etmeye çalıştık. Çünkü, Hazret-i Peygamber (asm) bize iki şey bırakmıştır: Biri Kur’ân, diğeri sünnet-i nebeviyyedir. Dînin bu iki esâsını bizlere açıklayan ise başta sahabe-i kirâm olmak üzere müctehidîn-i izâmın icmâı ile fukahâ-i İslâm’ın kıyâsıdır. Eğer bizler Kur’ân, Sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâyı rehber edinirsek; elbette o gizli komitenin fâsid te’vîllerine kapılmayız ve böylece o zındıka komitesinin plânı da akím kalır. Şunu da belirtelim ki: Hıfz-ı Rabbânî altında olan Kur’ân ve onun tefsîri olan sünnet, ezelden gelmiş ve ebede gidecektir. Hiç kimsenin Kur’ân ve sünnetin gösterdiği ve müctehidîn-i izâm ve ulemâ-i İslâm’ın beyân ettiği dîn-i mübîn-i İslâm’ı bozmaya gücü yetmeyecektir. Sa’y ü gayret bizden, tevfîk ve hidâyet Cenâb-ı Erhamürrâhimîn’dendir.
“Tahkík, zâhiren îmân edenler veyâ îmânlarında sebât etmeyenler, muharref olan Yahûdîlik dînine girenler, muharref olan Hıristiyanlık dînini kabûl edenler ve bâtıl olan Sâbiînlik dînine tâbi’ olanların îmân ve amelleri geçerli değildir ve onlar ehl-i necât değillerdir. Ancak, münâfıklar nifâkı bırakıp, îmân edenler îmânında sebât gösterip, Yahûdîler muharref olan Yahûdîlik dînini, Hıristiyanlar muharref olan Hıristiyanlık dînini ve Sâbiînler de bâtıl olan Sâbiînlik dînini terk edip başta Hazret-i Muhammed (asm) olmak üzere bütün peygamberlerin ve yine başta Kur’ân-ı Azîmüşşân olmak üzere bütün İlâhî kitâbların beyân ettiği şekilde Allâh’a ve âhiret gününe îmân ederse; yâni bütün peygamberlere, bütün kütüb ve suhuf-i semâviyyenin asıllarına inanırsa ve amel-i sâlih işlerse; yâni vahy-i semâvîye göre amel ederse; bunların îmânları ve amelleri geçerlidir ve bunlar ehl-i necâttırlar. Onlar için Rab’leri katında mükâfatları vardır, onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” “Rumûzü’l-Kur’ân (5)” adlı bu eserimiz, meâlini verdiğimiz Bakara sûresinin 62. âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkındadır. Cenâb-ı Hak, şu kâinâtı iki nokta-i mühimme için halk etmiştir: Birincisi: Kâinâtta yaratmış olduğu san’atlı ve muntazam eserler vâsıtasıyla Kendisini bin bir isim ve sıfâtıyla tanıttırmaktır. Buna mukábil, bu san’atlı eserlere bakarak îmân ile mukábele etmeleri için zîşuûrları, husûsan nev-i beşer ve cin tâifesini yaratmıştır. İkincisi: Yaratmış olduğu her şey, aynı zamânda birer ni’met ve rahmet eseridir. Bununla Kendisini bin bir isim ve sıfâtıyla sevdirmek istiyor. Buna mukábil, amel-i sâlih işlemek sûretiyle hakíkí şükür ve ubûdiyyet-i kâmile vazîfesini îfâ edecek zîşuûrları, husûsan nev-i beşer ve cin tâifesini bu meydân-ı imtihân olan dünyâya göndermiştir.