Bediüzzaman Said Nursî / Şârih: Muhammed Doğan
Günün yirmi dört saatinde muayyen aralıklarla kıldığımız beş vakit namazın, nasıl harika bir tekâmül kaynağı olduğu izah ediliyor. Ma‘nâ ve esrâr, ulûm ve hakáik cihetiyle Risâle-i Nûr’un en câmi‘ eserlerinden birisi olarak kabul edilen “Dokuzuncu Söz”ün Şerhi’nde, namazın bütün ibadetleri içinde barındıran bir fihriste olduğu anlatılıyor.
Zamân i‘tibâriyle bütün álemin hakíkatini hall ve keşf eden eserde; beş vakit namazın, kâinatın yaratılışından haşrin son safhasına kadarki zaman dilimlerini bir arada görmeyi sağladığı da kaydediliyor.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ وَ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰ لِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَع۪ينَ
Evvelâ: Nev-ı beşeri, şecere-i hılkatin en câmi‘ ve en kıymetdâr bir meyvesi olarak halk eden; onu Kendisine en şuúrlu ve küllî bir muhátab kabûl eden; rubûbiyyet-i mutlakasına karşı namâz gibi bir ubûdiyyet-i külliyye ile mukábele edecek bir vazífe-i fıtrat için onu bu áleme gönderen; Kur’ân gibi bir Fermân-ı Ahkem ve Resûl-i Ekrem (asm) gibi bir Üstâd-ı Küll’ün irşâd ve ta‘lîmi ile onu insâniyyetin evc-i kemâlâtına urûc ettiren Rabb-i Rahîm’imize hadsiz hamd ü senâ olsun. Nev-ı beşerin, belki kâinâtın medâr-ı fahri olan Hazret-i Muhammed (asm)’a ve onun âl ve ashâbına nihâyetsiz salât ü selâm olsun.
Sâniyen: Şerh ve îzáhına inâyet-i Rahmân ile muvaffak olduğumuz şu “Dokuzuncu Söz”, ma‘nâ ve esrâr, ulûm ve hakáik cihetiyle Risâle-i Nûr’un en câmi‘ eserlerinden birisidir. Hem bu eser, evvel-i hılkat-i álemden tâ kıyâmete, tâ haşrin son safhasına kadar olan zamân mefhûmunun, yirmi dört sâat denilen bir zamân dilimi içinde dâhıl olduğunu; ta‘bîr-i diğerle yirmi dört sâatten ibâret olan bir günün, bütün zamânların hulâsası olduğunu beyân eden; dolayısıyla zamân i‘tibâriyle bütün álemin hakíkatini hall ve keşf eden ve bunu, hem naklî, hem de aklî delîllerle îzáh ve isbât eden bir şâh-eserdir.
Sâlisen: Şerh ve îzáh ettiğimiz “Dokuzuncu Söz”, namâzın beş vakte hikmet-i tahsísini, beş nükte içinde öyle bir súrette îzáh ve isbât etmiştir ki; akl-ı beşer, bu isbât karşısında hayrân olur, áciz kalır. Zamânın hakíkatini çözmeyen; zamânın fevkıne çıkmayan; evkát-ı salâtta tecellî eden celâlli, cemâlli ve kemâlli esmânın tecelliyyâtına mazhar olmayan; Mi‘râc-ı Ekber’in gölgesinde namâz vâsıtasıyla urûc ederek Álem-i İmkân ve Álem-i Vücûb’u akıl ve kalb ile keşf etmeyen ve namâz merdiveniyle huzúr-i İlâhiyye terakkí edip tecelliyyât-ı Zâtiyye ile müşerref olmayan bir zât, elbette bu gáyet esrârlı, derin ve dakík hakáikı ilmen îzáh ve isbât edemez.
İşte, Müellif-i Muhterem (ra), bütün bu merâtib ve makámâttan geçerek, keşfen gördüğünü ilmen isbât etmek súretiyle bu câmi‘ eserini kaleme almıştır.
Râbian: Müellif (ra), bu eserini, “Beş Nükte”de ele almıştır. Şimdi o nüktelerin muhteviyyâtını kısaca hulâsa edeceğiz:
Birinci Nükte’de; namâzın ma‘nâsını gáyet vecîz bir ifâde ile ta‘rîf etmiştir.
İkinci Nükte’de; ibâdetin ma‘nâsı; abdin mâhiyyeti; abd için ibâdetin lüzûmu; mâhiyyeti acz, fakr, naks ve kusúrla yoğrulmuş olan insânın, ibâdet ve namâz vâsıtasıyla tecelliyyât-ı celâliyye, cemâliyye ve kemâliyyeye mazhar olduğunu; mâhiyyetinde derc edilen bütün âlât ve cihâzâtın, bütün havâs ve letáifin, ibâdet, bâ-husús namâz ile inkişâf ettiğini; her birinin terakkí ederek evc-i kemâlâta çıktığını; böylece insân-ı kâmil ismine lâyık bir makám ihrâz ettiğini; şâyet kábiliyyet ve liyâkat varsa, daha fazla terakkí edip netîcede tecelliyyât-ı Zâtiyye’ye nâil olacağını îzáh ve ifâde buyurmuştur.
Üçüncü Nükte’de; insânın maddeten ve ma‘nen şu kâinâtın misâl-i musağğarı olduğunu; Fâtiha-i Şerîfe’nin, şu Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın bir timsâl-i münevveri olduğunu; namâzın dahi bütün ibâdâtın envâını şâmil ve bütün mahlûkátın aksâm-ı ibâdâtını câmi‘ bir fihriste-i nûrâniyye ve bir harîta-i kudsiyye olduğunu gáyet vecîz bir ifâde ile beyân buyurmuştur. Bu “Üçüncü Nükte”, ádetâ bütün ulûm ve fünûnun bir hulâsası hükmünde dakík ve esrârlı bir ders-i Kur’ânîdir.
Dördüncü ve Beşinci Nükte’lerde; zamân i‘tibâriyle bir günün; gün, sene, tabakát-ı ömr-i insân, edvâr-ı ömr-i álem i‘tibâriyle nasıl bütün zamânların bir hulâsası olduğunu gáyet ehemmiyyetli bir temsîl ile tavzíh ediyor.
Hem şu ser-gerdân küre-i Arz’da tavattun eden insân, mâhiyyeti i‘tibâriyle gáyet derecede acz, fakr, naks ve kusúrla yoğrulmuş; nihâyetsiz teessürât ve elemlere ma‘rûz ve hadsiz telezzüzât ve emellere meftûn bir vaz‘ıyyette olduğu hâlde, akıl, kalb ve rûh gibi yüksek havâs ve letáif, ona gáyet yüksek maksadları ve bâkí meyveleri gösteriyor. Hâlbuki, dâr-ı imtihân olan şu fânî álem ise; onun hîç bir makásıd ve metálibini te‘mîn edebileceği bir mahal olmadığına; mütemâdiyyen gelenlerin gitmesi, gençlerin ihtiyârlaşması, umûm mevcûdâtta hüküm-fermâ olan zevâl ve firâkın hâkim olması şehâdet eder.
İşte bu mâhiyyette yaratılan insân, şu vaz‘ıyyette halk edilen bir meskende, her gün binlerce keşmekeş ve elemlerin, derd ve sıkıntıların hâkim olduğu bir álemde; elbette ve elbette bir teneffüs, bir râhatlık, bir ma‘nevî huzúr temennî ve tazarru‘ edecektir. Bu ise, ancak kalb ve rûhun nûr ve ma‘rifeti, sürûr ve saádeti, zevk ve lezzeti olan namâz ve ibâdetle mümkündür ve bununla ancak o yüksek arzûlara ulaşılabilir.
Demek, bu ma‘nâda kulun hakíkí vazífesi, bu “Dokuzuncu Söz”de îzáh edildiği gibi bir namâz kılmaktır.
Cenâb-ı Hak, bu eserden hakkıyla istifâde etmeyi ve böyle bir namâzı kılmayı bizlere nasíb ve müyesser buyursun. Bu eserimizi, fütûhât-ı İslâmiyyeye vesîle kılsın. Âmîn.
وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْف۪يقُ وَالْهِدَايَةُ
283 sayfa, şamua kâğıt, 13,5 x 19,5 cm ebadında, yaldızlı karton kapak. (Semendel Yayınları)